BİR ŞEHRİN BAŞKENT OLUŞU: ANKARA
'' Ankara'nın, Türkiye'nin başkenti olarak ilan edilmesi Anadolu Türklüğünün yeniden doğması için şimdiye kadar yaşanan olağanüstü olayların içindeki en cüretli girişimdi''
Norbert Von Bischoff
1930'lar Avusturya Büyükelçisi(Ankara)
Bir yaz tatilinde rotasında Kuşadası da olan gemi turuna katılmıştık ailecek. Gemi güzergahı aslında Yunan adaları odaklı olsa da Meryem Ana Manastırı ve Efes Harabelerinin varlığı nedeni ile Kuşadası'na da uğruyor, mitolojiye konu olan bu ara denizin her iki yakasındaki kültür değerlerini görmek isteyenlere güzel bir tatil imkanı sunuyordu.
Bir gün gemideki yemek salonunda oturduğumuz masa tümü ile dolmuştu. Herkesin bambaşka memleketten geldiğini gösterir konuşma ve yüz hatları vardı. Derken birisi sohbeti başlattı ve devamındakiler de kendince nereden geldiği ve üzerine edeceği ilave bir kaç kelime varsa söylemeye başladı. Avusturalya'dan, Meksika'dan, Japonya'dan gelenler vardı. Sıra bize geldiğinde ''Turkey'' dediğimde ise kimse nereden geldiğimi anlayamadı önce. Kendileri kadar uzak bir diyardan gelmediğimi anlatmak adına yaşadığımız şehir (İzmir) başta olmak üzere saymaya başladığımda ''İstanbul'' deyince herkes ''Ahh İstanbul, ok'' diye kafasındaki haritada yerimizi buldu. O zaman aklıma gelen soru, ''Dünyanın dört bir yanından gelen bu insanlar, Yunan Adalarını gezmek için bu tura katılmışken nasıl olurda hemen karşı kıyıda olan bu ülkenin adını bilemez'' oldu.
Aradan yıllar geçtikçe bir başka soru kafama takılmaya başladı. İstanbul tarihte daha da bilinirken ve Napolyon'un bile ''Eğer dünya tek devlet olsa, başkenti ya St. Petersburg ya da Konstantinapol olur'' dediği bir öncelikte olmasına karşın nasıl oldu da cumhuriyetin başlangıcında başkent olma imtiyazını Anadolu'da o zamanlar nüfusu henüz 30 bin bile olmayan ve değil yabancıların, ülkede yaşayanların ve hatta ilk meclis açıldığında toplanan milletvekillerinin bile yadırgadığı bir şehir olan Ankara'ya devrettiği oldu.
Böylesi bir geçişi gerek
yurt insanına gerekse dünyaya kabul ettirmenin ise nasıl bir çaba ve öngörü
olduğunu bugün her şey bitmiş ve geçen zaman yapılmış mücadeleleri
unutturmuşken doğal saymak belki kolaydır. Ama acaba o günlerde bu nasıl
sağlanmıştır, herkes mutabık mıdır, Ankara kenti bir başkent olmak için her
şeyi ile hazır mıdır?
Öncelikle İstanbul'un başkent olarak devamı tartışmalarının çok önceleri başladığını söylemek gerekir. Ruslar ile yapılan ve aslen 93 Harbi olarak bilinen (1877-78) savaşta, Osmanlı Ordusu ağır yenilgilere uğramış ve Ruslar, İstanbul'un kapılarına dayanmıştır. Bu kadar önemli bir kentin Rus işgaline girmesini istemeyen Batılı Devletlerin bastırması ile Ruslar, Osmanlılar ile barış antlaşması yapmayı kabul etmiş ve - aslen Yeşilköy'de imzalanmasına karşın o dönem bölgenin Ayastefanos olarak anılması nedeniyle antlaşmaya da bu ad verilerek - geri çekilmiştir. Böylece İstanbul son anda yabancı devletlerin paylaşım savaşlarında mutabık olmamalarının sağladığı fırsat ile kurtulmuştur. Sonrasında ise aslen Alman Ordusu mensubu olan ve Osmanlı Ordusu'nda da uzun yıllar hizmet eden ''Alman Generali Van Der Goltz'', tüm yönetim sisteminin merkezi olan ve yürütülen devlet işlerinin de beyni konumundaki bir şehrin bu kadar kıl payı işgalden kurtulmuş olmasının askeri açıdan bundan sonra da tehlikeli olacağını düşünerek, artık bir Türk-Arap imparatorluğu haline gelen Osmanlı'nın başkentinin de daha doğuya, Şam ya da Halep'e alınması gerektiğini savunmuştur.
Ancak Doğu Roma'dan beri başkent olma imtiyazını elinde tutan bir kentten yönetim bürokrasisinin hemen vazgeçebilmesi mümkün değildir elbette. Bu konu halen geçmişin hayallerinde olanlarca ancak zaruri durum olduğunda düşünülecek bir durumdur. Ama zaruri durumun tarifi bile farklı olacaktır kimi karar alıcılar açısından ileride.
1912 yılına gelindiğinde bu sefer de Balkan Savaşı çıkar ortaya. Osmanlı Ordusu daha düne kadar kontrol ettiği bu memleketlerin birleşik ordularına karşı ağır hezimetler alır ve elde kalan son Trakya topraklarında da sürekli gerileyerek önce Edirne ve sonrasında diğer yerleşim yerleri kaybedilir. Bulgar ordusu artık Çatalca'ya kadar dayanır. Yaşanan savaşın top sesleri İstanbul'dan bile duyulur ve kentte panik başlar. Acaba İstanbul'dan ayılıp başka bir yere mi gidilse, yönetim mesela Bursa'ya mı taşınsa diye düşünülürken, Çatalca'da müdafaa kuvvetlerinin başında olan Nazım Paşa, ikinci Plevne olarak anılan bir savunma sergileyerek Bulgar ordusuna geçit vermez ve Payitaht böylece rahat bir nefes alır. Ancak bu nefes ne zamana kadar rahat alınacaktır!
Sonrasında çıkan 1. Dünya
Savaşında bu kez İttifak Devletleri o tarihe kadar görülen en modern donanma ve
gemiler ile Çanakkale Boğazına dayanır. Orada kimsenin Osmanlı Ordusundan beklemediği ve Dünya tarihini değiştiren bir savunma
yapılır ve birleşik kuvvetler boğazı ne denizden ne de karadan aşıp Rus Çarına amaçladıkları askeri yardımı yapamazlar. Sonrasında Çar da
iktidarını sürdüremez ve yaşanan devrim tüm dünya için başka bir zamanın
ruhunun oluşmasına yol açar.
Ancak 1918 olduğunda artık
kaçınılmaz son olmuş ve 3 yıl önce boğazları geçemeyen gemiler bu
sefer bir gezi gemisi rahatlığında İstanbul Boğazına giriş yapmış ve Dolmabahçe önüne demirledikleri gemilerin
namlularını kentin her iki yakasına çevirmişlerdir. Adına o zaman işgal
denmese de yabancı kuvvetlerin şehir içerisine girmesi de 9 Şubat 1919'da
gerçekleşir.
Artık İstanbul'un başkent
olarak görevini yeni bir kente devretmesinin zamanı gelmiş midir, yoksa halen
yönetim burada mı kalmalıdır? İşte bu soru ''vatanı korumak için mücadele etmek
isteyenler ile rahatını korumak için müzakere etmek isteyenler'' arasındaki
cevabı farklı olan bir sorudur.
İstanbul'un artık bir direniş merkezi olamayacağının ve bu görevin Anadolu içinde bir başka yerde olması gerektiğine inananların en başında gelen kişi ise Mustafa Kemal'dir. İstanbul'un bu örtülü işgali zamanında arkadaşları ile toplanarak kurtuluş çareleri ararlar ve bu işin ancak Anadolu'da elde kalan son topraklardaki bir örgütlenme ile başarılabileceğine inanırlar.
Bunun içinde öncelikle buralarda ki son kuvvetlere mücadeleye inanan kişilerin tayin edilmeleri
gerekmektedir. Doğu Anadolu'daki kuvvetlere Kazım Karabekir, Konya'daki 20.
Kolordu'ya Ali Fuat gibi isimlerin tayin edilmeleri başarılır. Sonrasında Mustafa Kemal'in de bir şekilde Anadolu'ya geçmesi gerekmektedir. İşte burada hem
talih hem de Enver Paşa gibi birinden kurtulmuş olan Padişahın bir başka hırslı
generali daha İstanbul'dan uzaklaştırmak istemesinin sonucu olarak Mustafa Kemal Samsun'a
gönderilir. Sonrasında bildiğimiz gelişmeler yaşanır. Ama Mustafa Kemal'in
kafasında yapılan kongreler ve ziyaret edilen şehirlerin ardından son durak
olarak Ankara'ya ulaşmak vardır. Bunun kontrollü olması adına da önce
Konya'da bulunan Ali Fuat Paşa'ya, kolordu kuvvetini Ankara'ya kaydırmasını
söyler. Ali Fuat Paşa, Fransızların kontrolünde olan demiryolları ile bu
kaydırmayı sağlayamayınca tek çözüm kendi kaynakları ile karayolundan devam
etmektir. Meşakkatli de olsa başarır ve Mustafa Kemal gelmeden 20. Kolordu Ankara'ya yerleşir.
Mustafa Kemal'in Ankara'yı
seçmesinin belirttiği ve belirtmediği bir çok nedeni vardır muhakkak. Öncelikle
bu şehre demiryolu 1892 yılında gelmiş ve kent böylece zamanın modern ulaşım imkanına
kavuşmuştur. Ayrıca diğer doğudaki illerin aksine Ankara ile İstanbul arasında
doğrudan telgraf ile iletişim imkanı da vardır.
Mustafa Kemal'in burayı
seçmesinin bir başka nedeni ise zamanında kentin Ahiliğin merkezi ve halen de
Yörük diye tarif edilen, memleketini, menfaatinin önünde tutan insan
topluluğunun yaşadığı bir yer olmasındandır. Bunun bir göstergesi de Seymen
Alayıdır.
Kökeninin 6.yy'a ve Oğuz boylarına dayandığına inanılan ''Seymen Alayları'' ülkede olağanüstü zamanlarda, milli bir felaket yaşandığında, bir beyliğin yada
devletin yıkılışı ve halkın yeni bir devlet kurmak üzere kendine yeni bir reis
seçeceği zaman kurulur. Mustafa Kemal'in de Ankara'ya gelişinde 700 yaya ve 3
bin atlı ile oluşturulan Seymen Alayı, Onu bugün ki Genelkurmay Binasının
olduğu bölgede karşılamış ve arabasından inen Mustafa Kemal, Seymenlere
seslenmiştir.
- Merhaba Efeler
+ Sağol Paşa hazretleri
- Arkadaşlar buraya niçin
geldiniz?
+ Millet yolunda kanımızı
akıtmaya geldik
- Fikrinizde sabit misiniz?
+ And olsun
- Var olun yiğitler.
O an muhtemelen Mustafa Kemal'in içinde, direnişin merkezi olmasını düşündüğü Ankara'nın, inandığı ruha ne derece uygun bir kent olduğuna dair rahatlama vardır!
O zamanlar şehir merkezi konumundaki Ulus'a doğru devam ederler. Burada ki en büyük bina ise ilk olarak ''İttihat Terakki Binası'' olarak inşasına başlanılan ancak kaybedilen savaş sonrası iktidardan da uzaklaşan partinin yapımını tamamı ile bitiremediği, çatı kısmının bir bölümü de halen tamamlanmayan bir binadır. Ancak o zaman binaya Ankara'ya kadar gelmiş olan Fransız birlik komutanı yerleşmiştir.
Mustafa Kemal'in bindiği otomobil binanın önünde durur. Fransız Komutan gelenin kim olduğu ve amacını biliyor olacak ki duran araca küçümseyici bir gülüş atar. Ama çok değil bir kaç ay sonra birliği ile beraber Ankara'yı terketmek durumunda kalacak, camından alaylı gülümsediği binada ''Millet Meclisi'' toplanacak ve ülkesi de 2 yıla kalmadan Ankara Hükümeti ile bir anlaşma imzalayan ilk Batılı ülke konumunda olacaktır!
Şehirde, Cebeci Bölgesine de İngiliz Birlikleri yerleşmiştir. Bir gün içlerinden bir yüzbaşı 20. Kolordu Komutanı
Ali Fuat Paşa'ya makamında hakaret etmesi üzerine Paşa, İngiliz yüzbaşısını
tutuklatacak ve ancak İngiliz Birlik Komutanının gelip özür dilemesi sonrasında
yüzbaşıyı serbest bırakacaktır. İngilizler, İstanbul'da ki rahatlıklarını burada artık bulamayacaklarını anlayarak bir süre sonra Ankara'yı terk ederek daha
güvenli gördükleri batı yönüne gideceklerdir.
Ancak Mustafa Kemal hem
verilecek mücadelenin hem de sonrasının merkezi olarak kafasında Ankara'yı
düşünmüş olmasına karşın halen geçmişin kodları ile yaşayan kişilerin bağı İstanbul'dan kopamamaktadır. Nitekim tüm vilayetlerden seçilen temsilcilerin
Ankara'da toplanmasını istemesine karşın genel kanaat bunun İstanbul olması
gerektiği yönünde olmuş ve 12 Ocak 1920'de Temsilciler, İstanbul'daki son
Meclis-i Mebusan'ı açmışlardır. Bu mecliste, Mustafa Kemal de Erzurum
milletvekili olarak seçilmesine karşın işgal kuvvetleri ve ortağı Osmanlı
Yönetiminin gölgesinde bir mücadele verilemeyeceğini düşünerek Ankara'da
kalmayı tercih etmiştir. Zaman ise onu haklı çıkarmış, Meclis-i Mebusan'ın ilan ettiği ''Misakı Milli'' kararından sonra işgal kuvvetleri 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul
kentini tamamı ile ele geçirmiş ve yakaladıkları meclis üyesi ve mücadele
taraftarlarını da tutuklayıp Malta'ya sürgüne göndermiştir.
Artık herkes Mustafa Kemal'in öngördüğü şekilde Ankara'da yeni bir meclis ve temsilci grubu toplamaktan başka bir çözümün olmadığını nihayet anlayarak, 23 Nisan'da ki ilk Milli Meclis'in açılışını gerçekleştirerek, Ankara'yı o günün koşullarında bir direniş merkezi olarak kabul eder.
Ancak bu fiili durumun hukuken de meşrulaştırılması gerekmekte olup 1. İnönü Zaferi sonrasında 31 Ocak 1921 tarihinde verilen bir kanun tasarısı ile bu konu ilk kez meclis gündemine gelir. Ancak milletvekilleri Ankara'nın sadece bir direniş merkezi hüviyetinde olduğunu ve yaşam koşulları da zor olan bu kentin başkent seçilmesinin yanlış olacağına söyler ve yapılan ciddi muhalefet sonrasında 26 evet oyuna karşın 71 red oyu ile bu karar engellenir. Fiil durumun meşrulaştırması için halen biraz daha zaman gereklidir!
Derken zaman geçer, savaş
kazanılır. Önce Mudanya Ateşkesi, sonrasında da Lozan Barış Antlaşması
imzalanır. O zamana kadar Ankara'nın geçici merkez olduğuna inananlar yeniden heyecanlanır.
Ancak Mustafa Kemal için İstanbul, Bizans'ı ve işgali kabullenmiş bir iradeyi temsil etmektedir. Orada kümelenmiş çıkar odaklarının ortasına yeniden yönetim merkezini taşımayı istemez. Ayrıca boğaza girerek namlularını kamu binalarına çevirmiş bir geminin tedirginliği altında bir yönetimin de var olmasını kabullenemez. Lozan Barış Antlaşmasına göre Boğazlar Uluslararası Yönetim ve kontrolü altında, Türk askerinden arınmış bir bölge olacaktır. Mustafa Kemal'in kafasında olan devrimler için hiç de güven veren bir zemin değildir bu.
Lozan gereğince, İtilaf
Devletleri 23 Ağustos 1923'ten itibaren İstanbul'dan çıkmaya başlarlar. Son
birlik ise 4 Ekim'de Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen törende Türk Bayrağını
selamlayarak kenti terk eder. 6 Ekim'de ise bu defa Şükrü Naili Paşa
komutasındaki Türk Birliği İstanbul'a girer ve kentin kurtuluşu 5 yıllık bir
aradan sonra sağlanmış olur!
Bu durum elbette peşinden
başkent sorununu yeniden gündeme taşır. 9 Ekim'de İsmet Paşa ve bir kaç
arkadaşı Meclis'e Ankara'nın Başkent olması ile ilgili bir teklif verir. 13
Ekim'de Meclis Genel Kurulunda görüşülen teklif bu kez çoğunlukça kabul
edilerek yasalaşır.
Ancak her şey bu karar ile
sonlanmaz. Hem İstanbul'da payitahtın İstanbul'da olması gerektiğine inananlar
hem de Ankara'nın çorak ortamının bir başkent için yeterli olmadığını düşünen
kişiler bu kararın geçici bir kabul olduğuna ve günün birinde İstanbul'un
yeniden başkent olarak ilan edileceğine inanmaktadır.
Bu kanaat sadece yurt insanı için geçerli değildir. Başını İngiltere'nin çektiği Batılı Devletler Ankara'yı başkent olarak tanımayacaklarını ve elçiliklerini İstanbul'da tutmaya devam edeceklerini bildirirler. İngiltere'nin yanında A.B.D., Fransa, Japonya ve İtalya gibi ülkeler de vardır. Onlara göre Başkentlik hakkı İstanbul'dadır ve Ankara bunun için uygun bir merkez değildir. Bu durum bir ülkenin içişlerine karışmak anlamında olsa da kararlarında hem kendileri ısrar ederler hem de yanlarına başka ülkeleri de çekmeye çalışırlar. Elçilik binalarını Ankara'ya taşımazlar. Özellikle İngiltere'nin 1593 yılında İstanbul'a atanan ilk büyükelçisi sonrasında bu kentte yüzlerce yıl içerisinde kurulan ilişkiler ağını bırakmaya hevesi yoktur muhtemelen!
Ve zaman ilerlemesine rağmen direnişleri sürer. 1925 yılına geldiğinde Ankara'da Sovyetler Birliği, Polonya, Afganistan ve Yunanistan olmak üzere sadece 4 ülkenin elçiliği bulunmaktadır. Buna karşın İstanbul'da 18 ülke elçiliği taşınmaya karşı direnişini sürdürmektedir. Bu elçiliklerden bazıları Ankara'da sadece temsilci bulundurmak ile yetinirken, Ankara Hükümeti de İstanbul'da bulunan elçilikler ile temasta olabilmek adına başında Adnan Adıvar'ın olduğu bir Dışişleri Temsilciliği bulundurur.
Ankara Hükümeti, başkentin kabulüne karşı direnenlere önce diplomatik tepki gösterir. Mart 1925'ten başlayarak, İngiliz, Fransız ve İtalyan elçiliklerine notalar verilir. Elçilikler de Türk Hükümetine karşı notalar verir ve bu gerginlik Temmuz ayına kadar devam eder.
Aynı yıl hükümet elçiliklerin taşınmasını teşvik etmek adına kendilerine Ankara'da bedava arsa verileceğini ve üzerine yapılacak inşaat malzemelerinin de gümrüksüz olarak ithal edilebileceğine yönelik bir kanun çıkarır. Başta İngilizler olmak üzere İstanbul'da bulunan elçilikler bedava arsa için Ankara'nın yolunu tutarlar. Merkezlerini o tarihte hemen Ankara'ya taşımayı düşünmeseler de, ara sıra gelmek durumunda kalacakları bu şehirde konaklamak için uygun bir mekanın varlığına ihtiyaç duyacaklarını bilirler.
1926 yılı bir nevi bu konuda bir dönüm noktası olur ve direniş cephesinde çözülme başlar. Bu yıl içerisinde Mısır, Arnavutluk ve Çekoslavakya elçilikleri Ankara'ya taşınır. Ayrıca Almanya'da, ağırlığının artık bu kentte olacağını gösterircesine 28 dönümlük bir arsa alır. Macaristan da onu takip edecek gibi görünmektedir.
Zaman ilerlerken Ankara Hükümeti 1927 yılında
bir adım daha atarak İstanbul'da bulunan Dışişleri Temsilciliğini artık kapatacağını
elçiliklere bildirir. Bundan sonra İstanbul'da bulunan elçilikler için hükümet
ile tek irtibat yolu Ankara'da bulunan temsilcileri olacak, şayet kendileri
Ankara'ya taşınmayı kabul etmekte direnirler ise Hükümet kararlarına ve
atacağı adımlara her daim gecikmeli olarak erişim imkanına sahip
olacaklardır.
1928 yılına gelindiğinde ise batılı devletler arasında ilk çözülme İtalya'da olur. Ankara'da yapılacak elçilik binası için ödenek de ayarlayan İtalyanları, İngilizlerin durdurma çabaları sonuçsuz kalır ve İtalyan Elçiliği daha fazla kordiplomatik ilişkilerden uzak kalmamak adına Ankara'ya taşınır.
Derken sıra Fransa'ya gelir. Temmuz 1928 yılında İstanbul'da yeni göreve başlayan Fransız Büyükelçisi (Kont de Chambrun), güven mektubunu Atatürk'e sunmak ister. Ancak Atatürk'ün de daha önce yaz tatilini geçirmek üzere İstanbul'a gelmesini fırsat bilerek mektubunu burada vermeyi teklif eder. Ancak red cevabı alır. Mektubun Ankara'da verilmesi ve bunun için de tatil bitimi yani sonbaharın beklemesi gerekecektir. Güven mektubu verilemeyince tam olarak göreve başlamamış kabul edilen büyükelçi de muhtemelen bir daha görev döneminde olmayacak bir süre kadar mektubu vermek için beklemek durumunda kalır. Ancak bu bekleyiş elbette Genç Cumhuriyetin verdiği kararlara saygı duyulmasını beklediği süre kadar değildir. Yine de bu Fransızları kendine getirir ve onlar da artık merkezin Ankara olmasını kabul etmek durumunda kalırlar.
Geriye direniş cephesinde tek ülke, İngiltere kalmıştır. Ve savaş meydanlarındaki büyüklüğünü diplomasi alanında da sergileyen Atatürk, artık bu duruma da müdahale edecektir.
İngiliz geleneğinde 1748 yılından beri düzenlenen Kralın Doğum günü kutlaması vardır. Asıl doğum günleri farklı olsa bile havaların güzel olması nedeni ile bu kutlamalar haziran ayında yapılır. 1929 yılına gelindiğinde de 3 Haziran'da bu kutlama düzenlenecektir. İngiliz Elçiliği, İstanbul'da ki binasında Kralın doğum günü için diğer tüm ülke diplomatlarının da davetli olacağı bir resepsiyon vermeye hazırlanmaktadır. Ancak Atatürk o yıl 1 Haziran'da bu sefer Cumhurbaşkanı olarak ülkede bulunan tüm dış diplomatik temsilcileri Ankara'da kendi köşkünde bir bahçe partisine davet eder.
İngiliz Büyükelçisi afallamıştır! 1 Haziran'daki bu daveti reddetmesi mümkün değildir. Öte yandan bir sonraki gün ise Ankara'dan İstanbul'a ekspres tren seferi yoktur. Bu nedenle ne kendisinin ne de Mustafa Kemal'in davetine katılacak diğer ülke temsilcilerin 3 Haziran'da İstanbul'da bulunması mümkün değildir. Tek çözüm yolu bu kutlamayı Ankara'da yapmaktır. Durumun aciliyeti nedeni ile Londra'ya bile danışmadan kararını verir. Kutlamayı Ankara'da yapacaktır.
Mustafa Kemal'in verdiği partiden sonra 3 Haziran'daki İngiliz Büyükelçinin vereceği resepsiyon için Türk Hükümeti azami özen gösterir. Cumhurbaşkanlığı Protokol Müdürü sabah büyükelçiyi ziyaret ederek yardım dileklerini sunar. Sonrasında yine Atatürk'ün yaveri gelerek Cumhurbaşkanı'nın tebriklerini iletirler. Aynı zamanda da Cumhurbaşkanlığı Bandosunu da hizmetlerine vererek, gecenin müzikal yönüne katkı verilir. Düzenlenen resepsiyona daha önce hiç olmamış şekilde Başbakan, Meclis Başkanı, Dışişleri Bakanı ve birçok milletvekili katılır. Verilen bu ehemmiyet ve oluşturulan saygınlık İngiliz Büyükelçinin çok hoşuna gider. Böylece Mustafa Kemal, İngilizlere hem Ankara'yı kabul ettirmiş, hem de gönüllerini almayı başarmıştır.
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra İngiliz Büyükelçisi Londra'ya gönderdiği mesajın bir bölümünde şunları yazmaktadır. ''Ankara artık kesinlikle Türkiye'nin başkentidir ve kordiplomatik her gün gitgide buraya yerleşmektedir. Ankara, Türkiye'de görevli misyonların temelli evidir.''
Ve son direniş cephesi 7 yıl sonra, Ocak 1930'da kırılır. İngiliz Büyükelçiliği - belki de kralın doğum günü telaşını bir daha yaşamamak adına - Ankara'ya taşınır.
Böylece Ankara artık tüm dünyanın kabul ettiği bir Başkent'tir!
Kalemine saglik. AS
YanıtlaSilÇok keyifli, bilgilendirici ve sürükleyici bir yazı olmuş eline, kalemine sağlık.
YanıtlaSilA.Y.
Eline sağlık Bekircim
YanıtlaSilBekir Bey emeğinize sağlık, bazı bilgileri tazelemiş bazılarını da ilk kez duymuş, okumuş oldum.
YanıtlaSilHarika bir yazı, Ankara'nın başkent oluşundaki daha önce duymadığım önemli teferruata, tarihsel sürece ve Atatürk'ün dehasına bir kez daha hayranlıkla tanık oldum. Kutluyorum, ayrıca bu yazıyı Ankara'nın başkent olduğu ve Atatürk'ün Ankara'ya geldiği tarihlerde sıkça paylaşalım ki insanlar bu önemli ayrıntılara sahip olsunlar..
YanıtlaSilEline sağlık Bekircim, çok güzel bir yazı olmuş.
YanıtlaSil