Yazının Tarihi ve Yeni Türk Alfabesinin Hikayesi
Seyahat etmeyi oldum olası hep sevdim. Kimi yerlerde seyahatin de ötesi denilebilecek kadar kaldım. Eğer ''Uluslararası Yerleşiklik Statüsü'' için geçerli olan süreyi dikkate alırsak, vatandaşı olduğum ülkenin haricinde dört farklı ülkede yaşamışım.
Bunlardan biri de Fas idi. Orada kaldığım süre içerisinde garipsediğim durumlar arasında kamu binalarının dış duvarlarında yer alan isimlerin üç farklı dil ve alfabe ile yazılması da vardı.
Fas'ın bir dönem Fransız sömürgesi olduğu bilinir. Fransızca halen de Arapça ile beraber ülkede resmi dil olarak kullanılır. Ancak Fas'ın (ya da bölgenin) tarihi İslamiyet öncesine de uzanır ve o dönemler kullanılan dil ve alfabe Arapçadan farklıdır. ''Berberice'' denilen bu dil, ülkede resmi olarak kabul edilmese de sanırım kültürel bir miras olarak halen kamu bina adlarının bazılarında kullanılır. Dil ve alfabe devrimi yapılamadığında neler olabileceğinin somut bir örneğidir ülkedeki buna da bağlı durumlar adeta.
Bizde yapılan devrimler arasında en başarılı olanı, bu konular üzerinde düşünen bir çok kişinin ortak kanaati olarak Yazı Devrimidir. Medeni gelişimin değil ezberin peşinde olanlarca yine de eleştirilir bu devrim. Ancak gerçeğe ulaşmak için aslında zamanda geriye giderek neler olduğuna ve yaşananlara bakmak gerekir.
İnsanlık tarihi denilen serüven kabaca 100 bin nesli içeriyorsa, yazının da tarihi yine kabaca sadece 200 nesildir. Yine bu serüven içerisinde nerede ise 70 nesildir, o da değişerek varlığını devam ettiren bir yazı türü hayatımızda ki tartışma konularının bir tanesi olmaya halen devam eder. Arap Alfabesi!
Buradaki tartışmalara girmeden önce aslında şunu söylemek faydalı olacaktır. Yazı göstergeleri tarih boyunca bizim de içinde bulunduğumuz Doğu Akdeniz coğrafyasında birbirlerinden evrimleşmiştir. Başlangıcı ise artık üzerinde herkesçe mutabık kalınan şekilde yaklaşık M.Ö.3500'de Sümerlere dayanır. Sonrasında ise Mısır'da hiyeroglifler ortaya çıkmıştır.
Genel olarak kullanılan ilk yazı ''Resim Yazı -Pigtografi'' denilen ve kelimelerin resimler ile anlatıldığı yazı tipi olmuştur. Örneğin ''güneş'' için, ışık saçan bir güneş resmi, ''göz'' için gözün çizilmesi ya da ''neşe'' için dans eden bir insan resminin çizilmesi gibi.
Ancak bu yazı tipi özellikle soyut ifadeleri aktarmakta yetersiz kalınca ortaya ''Hece Yazısı-Fonografi'' çıkar. Bu yazı tipinde de örneğin ''Kolay'' ifadesi için ''kol'' ve ''ay'' yan yana yazılarak kelime ifade edilmeye çalışılır.
''Harf Yazısı- Akrofoni'' ise Hece Yazısının sadeleştirilerek zamanla işaretin, hecenin yerine baştaki sesin kullanılması ile harf oluşturulmuştur. Buna ''Akrofoni'' denmektedir. Bu yöntem insanlığın alfabeye geçişinin de ilk adımları olur.
Alfabe yazısını ilk meydana getirenler ise bugünki Lübnan topraklarında yaşayan ve ticaret ile uğraşan bir halk olan Fenikelilerdir. 22 ünsüz harfi içeren bu alfabeyi M.Ö. 10. yy gibi bir dönemde oluşturdukları tahmin edilmektedir. Ve gerek Latin Alfabesinin dayandığı Etrüsk yazısının, gerekse Arap Alfabesinin kökeni olan Nebatice'nin işte bu Fenike yazısından türediği belirtilir.
Harflerin bu diller arasındaki geçişlerinden bazı örneklere bakacak olursak;

Bu harfin Latin alfabesine geçişi ise şekilsel olarak aşağıdaki gibidir.
Harflerin medeniyetler arasındaki seyahatine sıradaki harfimiz ile devam edersek ;

Kullanılan tüm alfabelerde harf sayısı aynı olmasa bile örnekler bu şekilde devam ettirilerek artırılabilir. Görüldüğü gibi aslında alfabeler genel olarak tarihte birbirinden etkilenerek oluşan göstergeler olup, Latin Alfabesi ne kadar kutsal ise Arap Alfabesi de aslında ancak o kadar kutsaldır!
Bir diğer taraftan Kuran'ın Peygambere indiği zamandaki alfabe ile günümüzde kullanılan Arap Alfabesi de aynı değildir. Çünkü Mekke civarında bulunan Araplar bu alfabeyi Kuran inmeden henüz yaklaşık bir asır kadar önce kullanmaya başlamış olsalar da yazı materyalleri fazla olmaması nedeni ile yazının kullanımı da nadirdir. Kağıdın o coğrafyada henüz bulunmadığı dönemlerde yazı ancak hayvan derilerine, ağaç kabuklarına, kumaş ya da kemikler üzerine yazılan bir göstergedir. Diğer taraftan tam olarak gelişmediği için ünlü harfleri gösteren ve kelimelerin okunuşlarını kısmen netleştiren ''hareke'' denilen işaretler de henüz kullanılmaya başlanmamıştır.
Dahası Kuran'ın indiği dönemde ayetler genel olarak ezbere dayalı olarak korunmuş ve ne kadarının o yıllarda yazıya geçirilmiş olduğu da tam bilinmemektedir. Tam olarak bilinmez çünkü yapılan savaşlar nedeni ile Kuranı ezbere bilen hafızların sayısının azalması ve Kuran'ın baştan sona bilinirliğinin tehlikeye gireceği endişesi nedeni ile Halife Osman zamanında Kuran bir metin olarak kitap şekline sokulur ve sonrasında da daha önceden kalmış ve parçalar halinde bulunan diğer yazı örneklerinin yakılarak yok edilmesi emredilir. Şimdiki şekilsel ve ezberci dindarların anlamayacağı bir şeydir belki ama o dönem dinde bir tekleşme ve farklı iddiaların önüne geçmek için gerekli bir hamledir bu.
Ama Kuran tek bir kitap haline getirilse bile kullanılan dil, Arapçanın Mekke'de bulunan Kureyş Kabilesi lehçesine ait olması nedeni ile zaman ilerledikçe Kuzeye ve Batıya doğru genişleyen İslam coğrafyasında alfabenin okunuşuna ilişkin yetersizliklerden dolayı ayetlerin farklı coğrafyalarda farklı şekilde telaffuz edildiği görünür. Bunun üzerine Halife Muaviye döneminde Irak Valisi olan Ziyad bin Ebih, yine o zamanlarda dil uzmanı olarak bilinen Ebu'l- Esved ed-Düeli'yi Arapçayı bilmeyen müslümanların Kuran'ı yanlış okumasını önlemek için çalışma yapmasını ister. Onun zamanından başlayarak ve daha sonra da geliştirilerek ''Hemze, Şedde'' gibi harflerin alt yada üzerlerine bazı işaretler konulması ile değişik seslerin ifade edilmesine yönelik method geliştirilir. Dolayısı ile Arap Harflerinin kullanımı, Peygamber zamanındaki kullanımından iyice farklılaşmış olup ne Peygamber döneminde bunları kısmen yazıya geçirmiş olan kişiler bu son halini, ne de bu son hali ile okuyan farklı coğrafyadaki insanlar Peygamber zamanında yazılmış olan ilk örnekleri okuyabilir hale gelmiştir.
Türklerin yazı serüvenine gelecek olursak, bilinen en eski Türk Yazıtları Orhun Kitabeleri olup burada ki yazılarda ''Soğd Dili ve Alfabesi'' kullanılmıştır. Yazılı tarihlerinde bir çok farklı alfabe kullanan Türkler, İslamiyeti kabul etmeleri sonrasında zamanla Arap Alfabesine geçerler.
Ancak bu geçiş sürecinde yaşanılan sorunlar vardır ve bu durum gittikçe de büyüyerek devam eder. Arap Alfabesinde Türkçe'de bulunan sesler tam olarak yer almaz. Bunun ise ilerleyen zamanda çeşitli sonuçları olmaya başlar. Öncelikle 28 harften oluşan Arap Alfabesine Türkçe'de kullanılan seslerin eksikliği düşünülerek Fars Alfabesinden üç harf (p,ç,j) ilave edilerek harf sayısı 31'e yükselir. Ancak bununla beraber bazı kelimelerin telaffuzunda kelimenin yazımından ziyade cümlenin gelişine göre farklı seslendirmeler söz konusu olur (örneğin mevcut alfabemizdeki ''hala'' sözcüğündeki ''zaman yada akrabalık ilişkisinin'' tanımlanma farkına ilişkin okunuş gibi).
Ses uyumsuzluğu ve kökenin Arap diline dayanması nedeni ile dil zamanla değişirken yazı da sürekli değişmekte ve misal 13. yy da kullanılan yazım şekli ile 20. yy başında yer alan yazım şekli zamanla iyice farklılaşır. Yani aslında Yazı Devrimi öncesinde Osmanlı yazısını okumayı bilen birisi Karacaahmet Mezarlığına gitse orada yer alan tüm mezar taşlarını okuyamaz duruma gelmiştir. Buna ilişkin yaşanan zorlukların eski yazı uzmanlarına bile nasıl sorunlar yarattığı bazı yerlerde anlatılır (Ör:Hüseyin Çoban, #Tarih Dergisi, Sayı: Kasım 2018).
Osmanlı Dönemine dönecek olursak yazının devlet idaresinde gittikçe artan kullanımı (Uluslararası ilişkiler, telgraf iletişimi, yayın basımı vs) mevcut Arap Alfabesine ilişkin şikayetlerin gittikçe artmasına yol açar. Bunlar arasında en göze çarpanı ise Osmanlı Devletinde 19. yy sonunda Maarif Nazırlığı (Milli Eğitim Bakanlığı) görevi de yapmış olan Mehmet Münif Paşa'nın yine kendisinin kurmuş olduğu ''Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'' isimli dernekte Mayıs 1862 tarihinde yapmış olduğu konuşmadır. Münif Paşa bu konuşmasında Arap Elifbası ile yazmanın zorluklarını belirtmiş, Avrupa yazılarında ise böyle bir zorluk olmadığını (kendisi Fransızca da bilmektedir), orada çocukların 6-7 yaşlarında bile okuma yazmayı kolaylıkla öğrendiğini söylemiştir.
Bu iddia aslında sadece Münif Paşaya ait bir durum değildir ve yaşanılan zorluk ülkeye gelen yabancıların da gözlemlediği bir durumdur. 1847-1848 yıllarını Osmanlı Topraklarında geçiren İskoç asıllı seyyah ve yazar Chales Mac Farlane yaşadıklarına ilişin yazdığı kitabın bir bölümünde kullanılan yazının Türkler için yarattığı zorluğa dönük gözlemini aktarır.
Bir gün önemli bir Paşa ile beraber otururken katip, Paşaya toplamı 6 satırı geçmeyen bir yazı getirir. Paşa yazıya bakar ve yazım hataları olduğunu söyleyerek düzeltmek için kalem ister. Ancak yazıyı düzeltmeye başlayınca her yerinde gördüğü hatalar üzerine sinirlenerek kağıdı yere atar ve metnin yeniden yazılması talimatını verir katibe. Bu kadar kısa bir metindeki yanlışların fazlalığına hayret eden ziyaretçisine durumu açıklamak için Arap yazısının aslında Türkçeye uygun olmadığını, bu şekilde sık hatalar ile karşılaşıldığını, hatta kimilerinin yazılanın doğru anlaşılması için metin ile beraber sözlü olarak konuyu ifade edecek bir ulak da gönderdiklerini belirtir. Bunun yanından taşrada yer alan kamu görevlilerinin bu karışıklıkların içerisinden çıkamıyor olması nedeni ile çoğunlukla Başkentten gelen talimatları dikkate almadıklarını söyler. Mac Farlane, bir çok yüksek mevki kamu görevlisinin de aslında okuma yazmayı dahi bilmediğini tahmin eder kitabında. Böyle bir kamu yönetimine sahip olan devletin yaşaması da mümkün değildir elbette!
Zaman ilerledikçe Osmanlı'da bu alfabenin zorlukları iyice ortaya çıkar. Uluslararası Posta Sistemi gereği zaten yurt dışına gönderilen postalarda ve pullarda Latin Alfabesi kullanılması gerekmektedir. Aynı şekilde ihracat ve ithalat işlemlerinde de bu harfler gerekli olur. Osmanlı da yaşayan gayrimüslim teba konuşma dili olarak Türkçe kullansa bile -Ermeni asıllı yurttaşların örneği gibi- kimileri Arap alfabesi değil Latin esasına dayanan kendi alfabelerini kullanırlar. Örneğin ''kuş'' kelimesi ''qouche'' olarak yazılır (''k'' için ''q'', ''u'' için ''ou'' ve ''ş'' için de ''che'' gibi).
Gazete ya da diğer yayınlarda yer alan reklamlarda ürüne ilişkin bilgiler Arap Alfabesi yanında herkesin anlayabilmesi için yine Latin Alfabesi ile de verilir. Uluslararası ilişkiler gereği Hariciye Nazırlığında (Dışişleri Bakanlığı) Latin Alfabesi kullanılmaktadır. Bankacılık sektöründe yine hakim olan Latin Harfleridir. Hatta basılan Osmanlı Banknotlarında dahi Arapça bilmeyenlerin anlaması için rakam ve döviz cinsi Latin Harfleri ile ayrıca yazılır. Vergi toplama yetkisini yabancı otoritelere teslim ettiğimiz ''Duyun-i Umumiye'' de ise hangi alfabenin kullanıldığını söylemeye gerek yoktur herhalde!
Yani aslında ülke içerisinde yeknesaklıktan uzak, her alanın kendince bir çözüm olarak gördüğü alfabe tercihi yapılmıştır. Bu karmaşık durumu gidermek adına yapılan çalışmalarda vardır. Tıpkı 1. Dünya Savaşı başında Enver Paşa'nın yaptığı gibi. Enver Paşa kendi adı ile ''Enveriye Alfabesi'' diye de anılan ve Arap Alfabesini geliştirmeye yönelik yeni bir alfabe oluşturup bunu zorla Ordu içerisinde kullandırmaya çalışsa da işlerin iyice sarpa sarması ve yavaşlaması nedeni ile bu uygulamadan vazgeçmek durumunda kalır. Ama bu zorlama ve karışıklıklar kim bilir ne tür sorunlar ve hatta facialara sebep olmuştur savaş boyunca!
Ancak 20. asrın başında Osmanlı Devleti genelinde iyice problemdir bu. Öyle ki Arnavutluk diyarı 1910 yılında kendi bölgesi içerisinde Latin Alfabesi kullanabilmek için izin ister merkezi hükümetten. Gelen talep Şeyhülislamın görüşüne gönderilir. O da herkesin tahmin edeceği şekilde müslüman bir ülkede Kuran yazısı haricinde başka bir yazının kullanımının mümkün olamayacağını söyleyerek isteği reddeder. Ancak iki yıl sonra bağımsızlığına kavuşan Arnavutluk Latin harflerine dayalı ''Başkim Alfabesini'' kabul eder. Halen de Arnavutluk'ta kullanılan alfabe bu temele dayanır.
Osmanlı aydınları ise yazı konusunda gördükleri bu sıkıntı ve dini kullanarak yapılan engellemelere isyanlarını çeşitli şekillerde dile getirirler. Bunlardan bir tanesi de ''Hürriyet-i Fikriye'' isimli dergide çıkan yazıdır. Bu yazıda Şeyhülislam mevkiine özetle şu sorulmaktadır.
''Eğer bugün diyelim ki Fransız devlet ve toplumu İslamiyeti kabul etmek istedi. Eğer onlara mevcut alfabelerini kullanarak İslamiyeti kabul etmelerine izin verilir ise bu imkan neden Türk inananlara verilmemektedir. Ama eğer onlara İslamiyeti kabul etmeleri için öncelikle kendi yazı dillerini bırakarak Arap Harflerini kabul etmeleri gerektiği iletilecek ise o zaman bu kafa ile İslamı dünyada yaymayı nasıl düşünmektedirler!''
Bu sorular elbette sadece yerini korumaya çalışan, kaybeden bir medeniyetin günahını taşıma kaygısı duymayan insanlar için üzerinde durulacak meseleler değildir!
İşte aslında harf devriminin gereksinimi bu şekilde çok uzun yıllar öncesinden ortaya çıkar tarihimizde. Özellikle akademik bir eğitim alan Osmanlı Askeri Sınıfı, Almanca eğitimi nedeni ile Latin harflerini zaten öğrenmiş ve kimi özel yazışmalarında da bunu kullanmaktadır. Alfabede değişim gereksinimi olduğunu ise Mustafa Kemal, Milli Mücadele Döneminde daha her şeyin başında, Temmuz 1919'da Erzurum'da iken bir sohbet esnasında yanında bulunan Müfit Kansu'ya söyler. Ama bunun için öncelikle vatanın kurtarılması ve yapılması gereken başka şeyler vardır!
Eylül 1922'de İzmir kurtulduktan sonra İstanbul'dan gelen gazetecilerin Mustafa Kemal'e yönelttikleri sorular arasında Harf Devrimi konusu da vardır. Gazi onlara bunun için henüz zamanın gelmediği cevabı verecektir. Gazetecilerin bu acelesi muhtemelen yayın basımı esnasında Arap Harflerinin kelimenin farklı yerlerinde farklı şekilde yazılmasının gerekmesi nedeni ile kullanmak durumunda kaldıkları 500'ün üzerinde matbaa karakteri ve yazı teknolojisinin Avrupa'yı bu nedenle takip edememesinden kaynaklıdır.
Ama önce zihinlerin değişmesinin gerekli olduğu yine İzmir'de bir kaç ay sonra düzenlenen 1. İzmir İktisat Kongresinde görülür. Bu Kongre'de başkanlığı Kazım Karabekir yapmaktadır ve dile getirilen öneriler arasında bir işçi grubunun Latin Harflerine geçilmesine ilişkin teklifi de vardır. Ama Kazım Karabekir bu öneriyi görüşmeye dahi almaz! Bir süre sonra da bir gazetede Arap Harflerini bırakmanın dinden ayrılmaya varacağına dair bir iddia ile bu önerilerin karşısında olduğunu gösterir.
Ama Mustafa Kemal'in kafasında olan ''Muassır Medeniyetler'' seviyesine ulaşmak için gerekli adımlardan birisidir bu devrim. Zamanlama olarak belki daha erken yapmak istese de önce 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanı, daha sonra 1926 yılında İzmir Suikasti, 1927'de büyük söylevi olan Nutuk çalışması gibi konular yapılacak devrimlerde gecikmelere neden olur. Ama 1928 yılına gelindiğinde artık Mustafa Kemal bu devrime sıra geldiğini düşünerek harekete geçer.
Öncelikle Mayıs 1928'de Latin Rakamları kabul edilir. Hemen peşinden Haziran ayında Harf Devriminin alt yapısını hazırlayacak olan ''Dil Encümeni'' Bakanlar Kurulu kararı ile kurulur ve çalışmalarına başlar. Daha öncesinden alfabe değişikliği konusunda ortaya atılan üç farklı görüş vardır. Bunlardan ilki mevcut Arap Alfabesinin eksikliklerinin giderilerek kullanılmaya devam edilmesi, diğeri Latin Harflerinin kabul edilmesini öngörürken son öneri daha radikal şekilde Türkçe için baştan yeni bir alfabenin oluşturulmasıdır.
Dil Encümeni, seçenekler arasında Türkçe için en uygun olanın Latin Harfleri olduğu konusunda hemfikirdir. Buna yönelik olarak hangi işaretlerin hangi sesleri göstereceği ve yazım metodunun nasıl olacağı konusunda çalışırlar. Örneğin Latin Harfleri içerisinde yer almayan ''Ş'' ve ''İ'' harfi gibi ilaveler yapılırken ''X'' ve ''Q'' gibi harfler ise dışarıda bırakılır. Hatta Falih Rıfkı Atay, Çankaya isimli eserinde bu süreci anlatırken Encümen Üyelerinden bazılarının ''Q'' harfinin kalması konusunda Atatürk'ü önce ikna etmiş olduklarını, daha sonra kendisinin Onunla yaptığı özel görüşmede bu harfin gereksizliğini anlattığını, hatta Mustafa Kemal'in o dönem kullandığı imzasını Latin harfleri ile ve ''Q'' harfi kullanarak yazdığında hoşuna gitmediğini ve sonrasında da bu harfin listeden çıkarıldığını söyler.
Dil Encümeni çalışmaların başında Ankara'da bulunurken, Atatürk'ün 1928 yazında İstanbul'da olması ve çalışmaları yakından izlemek istemesi nedeni ile üyeler de İstanbul'a gelir. Çalışmalar sonlanmasa bile belli bir aşamaya geldiğinde Atatürk, 9 Ağustos gecesi Gülhane Parkı'nda toplanan halka yapılacak Yazı Devrimi ile ilgili ilk bilgileri vererek kullanılacak harfleri görsel olarak paylaşır. Atatürk'ün burayı seçmesinin nedenlerinden belki biri de Osmanlı Döneminde ilk yenilik hareketi olarak görünen Tanzimat Fermanının 1839 yılında yine burada ilan edilmiş olmasıdır. Aslında çıkacak kanun da zaten bu Fermanının yıldönümü olan günde yayınlanacaktır!
Atatürk orada bulunanlara hitap ederken konuşmasının bir bölümünde şunları söyler. ''Çok işler yapılmıştır ama bugün yapmaya mecbur olduğumuz, son değil, lakin çok lüzumlu bir iş daha vardır. Yeni Türk Harfleri çabuk öğrenilmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik, milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin yüzde onu, yirmisi okuma-yazma bilir, yüzde seksen, doksanı bilmez, bu ayıptır!''
Atatürk'ün Sarayburnu'nda ki tarihi nutkundan sonra 11 Ağustos'da Dolmabahçe Sarayı'nda Yeni Türk Harfleri üzerine ilk uygulama dersleri açılarak alfabe seferberliği de bir yerde başlar. Bu derslere kimi mebusların yanında, Cumburbaşkanlığına bağlı memurlar ve bazı basın mensupları da katılır.
Dil Encümeninin bazı üyeleri de bir yandan Ankara’da alfabeyi tanıtıp öğretmeye başlarlar. Öncelikle yeni alfabeyi öğrenmeleri için 17 Ağustos’ta ilköğretim öğretmenlerine, 18 Ağustos’ta da ilköğretim müfettişlerine kurslar açılır. 23 Ağustos'ta da devlet memurlarına yönelik dersler Türk Ocağı'nda başlar.
Atatürk de çok önem verdiği ve ülkeyi kültürel ve bilimsel alanda daha da ileriye götüreceğine inandığı bu devrime halkın inancını pekiştirmek ve varsa yaşanan sorunları yerinde gözlemlemek için bir yurt gezisine çıkar.
Bu amaçla 23 Ağustos günü İstanbul'dan ''Ertuğrul Yatı'' ile Tekirdağ'a gider. Hareket eden yatın adı çoktan yeni alfabe ile yazılmıştır gövdesine! 13 yıl önce 1. Dünya Savaşı döneminde bir süre görev yaptığı bu ilde halkın coşkusu ile karşılanır. Sonrasında gezi Mudanya, Bursa ve son olarak Çanakkale şeklinde devam eder.
Daha sonra Karadeniz'e yönelen Atatürk 15 Eylül'de Sinop'a varır. Buradan Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri'ye devam eder. Gittiği her yerde işin uygulamasını da yapmak adına bir kara tahta isteyerek harfleri anlatarak orada bulunan yerel halk dahil herkes için ilk öğretmenlik rolünü üstlenir. Herkesin hafızasına kazınan o meşhur karatahta önünde çekilmiş olan fotoğraf da Sivas'ta yine halkın içerisinde yapmış olduğu tanıtımdan bir karedir.
Bu gezilerde gelenler arasında seçtiği kişiler ile yeni yazı üzerine denemeler yapar. Hatta bir keresinde daha önce hiç okuma yazma öğrenmemiş orta yaşı geçmiş bir arabacıyı yanına çağırarak ona yarım saat gibi bir sürede bazı kelimelerin yazılışını öğretince, bu kişinin kendisi bile bu kadar hızlı bir şekilde nasıl öğrenebildiğini anlayamaz.
Bir taraftan da Atatürk bu çalışmaları esnasında karşılaşılan sorunları görerek bunların çözümü için de uğraşır. Bunlardan bir tanesi yazım kuralına göre soru ekleri öncesinde ''-'' işaretinin kullanılmasıdır. Örneğin ''Gördün-mü?'' denilirken soru ekinin önünde bu işaretin yer alması Dil Encümeninin bir önerisidir. Ancak Atatürk yaptığı ziyaretler esnasında bu işaretin kullanımının yarattığı sıkıntıları görünce Ankara'ya telgraf çekerek ''-'' işaretinin kaldırılmasını ister. Böylelikle soru eklerinde tire işareti kalkar ancak bulunduğu yerdeki boşluk kalarak ekin ayrı yazılması kuralı devam eder.
Atatürk, 21 Eylül'de Ankara'ya döndüğünde dolaştığı yerlerde halkın yeni alfabeye karşı gösterdiği ilgi ve çabadan memnun kalarak yapılacak devrimin başarıya ulaşacağına daha da inanır. Hazırlıklar da bir taraftan devam ederek okul kitaplarının yeni alfabe ile basılması için ilgili birimler yönlendirilir. Hatta halkın yeni alfabeyi daha kolay akılda tutabilmesi için bir marş bile bestelenmiştir (youtube.com/Harfler Marşı-Osman Zeki Üngör).
Dil Heyeti içerisinde bulunan ve Atatürk'ün de çok güvendiği isimlerden birisi olan Falih Rıfkı Atay anılarında bu dönemi anlatırken yeni yazıya geçiş süreci için gereken zaman konusunda Atatürk ile yaptıkları görüşmede heyetin gereken süre için 5 ile 15 yıl arasında bir zaman gerektiğini belirttiğini, bu süreler içerisinde çıkacak gazetelerin yarısının eski, yarısının yeni harfler ile basılabileceğini söylemesi üzerine Atatürk;
''Bu üç ayda ya olur ya da hiç olmaz. Gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okur. Arada bir harp, buhran, bir terslik oldu mu bizim yazı da Enver'in yazısına döner, hemen terk olunuverir'' der.
1 Kasım 1928 TBMM'nin yeni yasama dönemi açılış günüdür. Atatürk, meclis açılış konuşmasının bir bölümünü bu inkılaba ayırır. Sonrasında Bakanlar Kurulunun vermiş olduğu kanun teklifi oybirliği ve alkışlar ile kabul edilir. Kanunda eğitimden basına ve devlet işlerine kadar sürecin nasıl götürüleceği ve uyulacak süreler belirtilerek tüm geçiş sürecinin tamamlanması için Haziran 1930 son tarih olarak verilir. Ve liderin ileri görüşlülüğü de bu sürede ortaya çıkar. 1929 Dünya Ekonomik krizinin tüm ülkeleri etkilemesi gibi Türkiye'yi de sarsmasına karşılık devrimde zamanında alınan önlemler ve o tarihe kadar zaten yerleşmiş uygulamalar sayesinde geçiş tamamlanır.
Bir taraftan da 1 Ocak 1929'dan itibaren tüm yurtta her vatandaşın katılabileceği şekilde Millet Mektepleri açılmaya başlanmıştır. Aynı gün ise bu devrim için de çok çalışmış ve Hasan Ali Yücel ile beraber Türk Milli Eğitim tarihinin adı anılacak iki bakanından birisi olan Mustafa Necati'nin vefat haberi gelir. Yapılan tüm devrimler için yoğun şekilde çalışan ve ani rahatsızlık nedeni ile henüz 35 yaşında gerçekleşen bu ölüm Atatürk'ü de derinden etkiler. Denilene göre Atatürk sadece onun ölümü sonrasında gözyaşı dökmüştür!
Ancak devrim devam edecektir. Öğrencilerin yanında tüm vatandaşların Yeni Türk Alfabesini öğrenebilmesi içinde yurt çapında Millet Mektepleri açılır. Buralarda toplam 47 bine yakın öğretmen görev yaparken bunların 10 binden fazlası kadındır. Bu görevlendirmelerin yine % 60'ı köylerde yapılır. 1929 ile 1933 arasında okullara her yaştan giden kadın erkek öğrencilerin toplamı 2.5 milyon kişiye yakındır. Devrimin 5. yılı dolduğunda ise yeni yazıyı öğrenenlerin sayısı 3 milyonu aşmıştır. 1950 yılına kadar okuma yazma öğrenenlerin sayısı ülkede o güne kadar hiç olmadığı şekilde nüfusun %40'ına ulaşır. Bu oran devrimden önce ise sadece %10'lar seviyesindedir. Ancak burada ayrıca belirtilmesi gereken durum, bunun okur yazar oranını verdiği, sadece kendi alfabelerini bilenler, dolayısı ile aslında Arap Alfabesini bilmeyen ve kullanmayan -Gayri müslimler gibi- kişiler düşüldüğünde, rakamın daha da azaldığıdır!
Yapılan devrimleri şaşkınlık ve bir yerde hayranlıkla izleyen Batı dünyası basınında bu konuda bir çok haber çıkar. Bunlardan bir tanesi de ''The National Geografhic Magazin''in Ocak 1929 tarihli sayısındaki ''Turkey Goes to School - Türkiye Okula Gidiyor'' isimli çeşitli görseller ile de süsleyerek yazılan toplam 15 sayfalık haberdir.
Yazıda ''Eğer kalem kılıçtan keskinse Türkiye yeni zaferler için yoluna devam ediyor'' diyerek savaş meydanlarında kazanılan zaferlerin üzerine yapılan kültürel atılımlara atıfta bulunulur. ''Bu değişim tepeden gelen bir şey olsa bile bunun kanun zoru ile değil, Liderinin verdiği ilham ile sağlandığına'' vurgu yapar.
O Lideri ise daha yapılacak işler bekler. Uzun süreler Arap Alfabesi kullanımı nedeni ile dilin üçte ikisinden fazlasının Arapça ve Farsça kelime istilasına uğraması nedeni ile ''Müsellesin zaviyetan-ı dahiletan mecmu'ü 180 derece'' demek yerine ''Üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir'' diyebilmek için sırada Dil Devrimi vardır.
O devrimin hikayesi de belki bir gün başka bir yazıda!
.............................................................................................................................................................
Not: Yazıyı bu sene kuruluşunun 60. yılını (1964) kutlayan ve bizim de 40 sene önce başladığımız (1984) Ankara Tevfik Fikret Okulu'nu anmak ve oradaki yedi yıllık eğitimimiz boyunca bizlere çok şey kattığına inandığım Ayşe Başçavuşoğlu'na teşekkür edebilmek adına da kaleme aldım. Eminim ve gönülden de dilerim ki okulumuzda öğrenen ve üreten daha nice öğrenciler yetişecektir.
Bir çok yeni bilgiyi öğrendiğim bir yazı olmuş. Tebrikler..
YanıtlaSilEline sağlık, bir nefeste okunabilen çok güzel bir bilgisel olmuş.
YanıtlaSilBekir bey , eline sağlık ben harf marşı oldugunu bu yaziniz ile yeni ögrendim.C.B.
YanıtlaSilÇok güzel anlatmışsınız. Elinize dilinize sağlık. Süreci ta en başından ele almanız da ayrı güzellik katmış.
YanıtlaSil