The Piano - Yönetmeni Kadın Olan En İyi Film

Büyük salonların olduğu sinemalarda film izlemenin zevki başka idi. Bizim de lise zamanımıza denk gelen bu dönemlerde, Ankara'da vizyona giren filmleri kaçırmazdık nerede ise. Kişisel açıdan film izlemek ise hoş vakit geçirmenin ötesinde idi benim için. O yüzden tek başıma da giderdim salonlara kimi zaman. Henüz Tarantino'nun popüler olmadığı zamanlarda Film Eleştirmenleri Seçkisi olarak ''Rezervuar Köpeklerini'', bir bilimkurgu sever olarak ''Terminator 2''yi, Jeremy Irons'ın oynadığı ''Kafka'' filmini sinemada tek başıma izlemiştim.  

Üniversitede iken yine liseden bir arkadaşım ile ''The Piano'' filmini sinemada izlediğimizde sanırım 1994 yılının henüz başı idi. 19. yüzyıl döneminde ve mekan olarak Yeni Zelanda doğasını alan bu filmden anlatamayacağım şekilde etkilenmiştim. Belki de başroldeki Ada McGrath adı ile canlandırılan kadını, çaldığı piyanonun verdiği müzikal his ile filmin içerisine girip yaşadığı şiddetten kurtarmak istemiştim. Sanırım yönetmenin seyircide uyandırmaya çalıştığı duygulardan biri de bu idi. 

Sonrasındaki yıllar boyunca nedense bu film yeniden çıkmadı karşıma. Arkadaşlar arasında konu sinema olduğunda, izleyen ya da hatırlayan olmuyordu çoğunlukla. Oysa film ödüller almış ve özellikle yurtdışındaki sektör takipçilerince anılan ve bilinen bir filmdi. 

Öyle ki yönetmeni ve senaristi olan Jane Campion bu film 1993 yılı Cannes Film Festivalinde En İyi Film ödülünü almıştır. Hatta bu ödülü alan ilk kadın yönetmendir tarihte. 1994 yılı başındaki Oscar törenlerinde de bir çok dalda adaydır film. Ama diğer adaylar arasında sinemanın yine unutulmazlarından,  Hollywood'un da en sevdiği konulardan birisini işleyen ''Schindler's List'' vardır. Beraber aday oldukları bir çok kategoride ödülü bu filme kaptırsa da Ada'McGrath'ı oynayan ''Holly Hunter'' En İyi Kadın Oyuncu, kızı Flora'yı canlandıran ''Anna Paquin'' En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini almayı başarırlar. Hatta henüz 12 yaşında olan Paquin, bu ödülü kazanan yaşı en küçük ikinci kişidir Oscar tarihinde. Yönetmen Jane Campion, En İyi Film ve Yönetmen ödüllerini, toplamda 7 dalda ödül kazanan Schindler's List ile aday olan ''Steven Spielberg''e kaptırsa da, En İyi Senaryo ödülünü de alarak 3 Oscar ile tamamlar bu yarışmayı. 

Aslında o yıl sinema açısından öyle bir yıldır ki adaylar arasında halen de izlenmeye devam edilen filmler yarışmıştır. En iyi erkek oyuncu ödülü ''Philedelfia'' ile Tom Hanks'indir mesela. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü ''Fugitive'' filmindeki rolü ile Tommy Lee Jones'tadır. ''Jurrasic Park'' En İyi Görsel Efekt dahil 3 oscar kazanır. ''In The Name Of Father'', ''The Remains of The Day'' gibi filmler dahi elleri boş dönerler bu görsel şölene dönüşen törenden.

''The Piano'' o sene uluslararası alanda toplamda 65 ödül kazanır. Yönetmeni ''Jane Campion'' ise en iyi film dalındaki Oscar ödülünü alamasa da, BBC'nin 2019 yılında dünyanın farklı yerlerinden 368 eleştirmenin katıldığı ''Yönetmeni Kadın Olan En İyi Film'' seçkisinde bu filmi ile birinciliği alır. Böylelikle Jane Campion sinema tarihinin en iyi kadın yönetmeni ünvanını almıştır bir yerde! 

Bunca yıl sonra takip ettiğim bir sosyal medya hesabında tesadüfen bu film üzerine bir okuma olacağını görünce kayıt oldum. Etkinlikte filmin anlatımına ilişkin kullanılan dil her ne kadar benim iç dünyama uzak olsa da, insanın merakı olan konulara ait yeni şeyler öğrenmesi ve bu merakı paylaşan insanların olduğu bir çevreyi hissetmesi ayrı bir haz aslında. 

Filmin hikayesine girdikçe insanın duygusal dünyasında daha da yer ediyor. Kurtulması için herkesin reçetesi farklı, benim ise yazmam gerekiyor. Bununla ilgilenmeye başlayınca da değişik sürprizler  çıkıyor ortaya. Bu sefer de film yayınlandıktan sonra yönetmenin bu isimde bir kitap kaleme aldığını öğrenince, basımının üzerinden 30 yıl geçen kitabın peşine düştüm. Campion, karakterlerin duygusal derinliklerine fazla yer vermese de, filmde bahsetmediği bazı bilgilere değinmişti kitabında. Mesela başroldeki ''Ada'' karakteri kendi ifadesi ile 6 yaşından beri konuşmaz. Neden konuşmadığını kendisi de hatırlamamaktadır filmde. Kitapta ise bunun nedeninin o yaşlarda iken eve misafirliğe gelen halaları varken, aslında şefkat ve sevgi dolu babasının bir konuşmasına kızmasına bağlar. Ada'nın annesine ne olduğunu bilmeyiz filmde. Kitabında ise annesi onu doğururken ölmüştür. Zaten çaldığı Piyano da aslında babasının annesine aldığı bir hediyedir. Kızı Flora'nın babasının kimliğine dair tam bilgi verilmez yine filmde. Kitapta ise Ada'nın piyano öğretmenidir bu kişi ve bu eğitim sırasında Ada'nın ailesinin evinde kalmaktadır. Ancak aralarında gittikçe ilerleyen duygusal yakınlaşmaları bir gece cinsel birlikteliğe varınca, adam yüzleşmek zorunda kalacağı gerçekliklerden korkarak ertesi sabah erkenden Ada'ya veda bile etmeden ayrılır evden. Hamile olduğu anlaşılan Ada'ya babası sahip çıkar, torununu da koruyup kollamaya devam eder sonrasında. Yıllar geçtikçe yaşadıkları çevrenin kızı ile ilgili olumsuz yargıları ve torununun da babasız büyümesinin sorun yaratacağı düşüncesi ile yaşadıkları yerden uzakta sömürge topraklarında kızına bir koca bulmak adına ilanla arayışa geçer. Yeni Zelanda'da kendine bir hayat kurma telaşındaki Alisdair Stewart (Sam Neil) bulunur. Aslında gelin ve damat birbirini hiç görmemiş ve haberleşmemişlerdir. Damat adayı müstakbel eşinin konuşmadığını gelen mektuplar aracılığı ile öncesinden öğrense bile bunu önemsemez. Hatta kendince belki de daha iyidir bu. 

Film, Ada'nın elleri yüzünü kapatmış halde parmaklarının arasından henüz İskoçya'daki çiftliklerinde iken çevresini izleyen gözleri ile başlar. Aynı zamanda 30'lu yaşlarda olan Ada, tıpkı konuşmayı artık reddettiği o altı yaşındaki sesini taklit eden bir zihin sesi ile belirir ekranda. Kısaca o zamana kadar olan hayatından ve Yeni Zelanda'ya evlilik amacı ile gideceğinden bahseder. Filmde yine bahsetmese de beş ay sürer bu yolculukları ve nihayet belirlenen yere geldiklerinde Ada ve kızı, diğer eşyaları dışında yanında getirdiği Piyanosu ile ıssız bir kumsala bırakılır. Müstakbel kocası henüz onu karşılamaya gelememiştir. Geceyi sahilde kendi etek altlığından yaptığı çadırda, kızı Flora ile el işaretleri yardımıyla oynayarak neşe içinde geçirirler. 

Film olağan hali ile akarken bir sonrasında ne olacağını tahmin edemediğiniz senaryosu, hem erkek hem de kadın oyuncuların performansları, müziği ve sinematografisi ile üst düzey bir film olarak nitelenir. 

''The Piano''yu bu kadar etkileyici kılan yönlerinden birisi de müzikleridir. Bestecisi Micheal Nyman daha önceleri film müzikleri yapmış olsa da yönetmen Peter Greenway haricinde pek kimse ile çalışmamıştır bu filme kadar. Campion kendisini arayıp filmi anlattıktan ve nasıl bir müzik atmosferi istediğini söyledikten sonra İskoç Halk şarkılarını araştırmak için Londra Üniversite Kütüphanesinin müzik bölümünün arşivinde çalışmaya başlar. ''Gloomy Winter's Noo Away'' isimli bir halk şarkısına rastlar burada. Ve filmin ana tema müziği olan ''The Heart Asks Pleasure At First'' bu ezgiyi temel alır aslen. Bu ezginin farklı versiyonları ile yapılan müzikler o kadar popüler olur ki,  kendi ifadesi ile Nyman'ın müzik kariyeri ''The Piano'' öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılır. 

Filme dönecek olursak, ertesi gün sahile Ada'nın müstakbel eşi, yanında ona yardımcı olan, aslında beyaz  adam ama yerliler ile kısmen uyum sağlamış ve onların dilini konuşan Baines (Harvey Keitel) ve Maori olarak adlandırılan yerliler ile beraber gelir. Kocası Stewart bir taraftan ilk kez gördüğü Ada'yı incelemektedir ve tahminine göre daha küçük boylu olduğu yorumunu yapar kendi kendine. Sonrasında sanki bir eşyayı değerlendiriyormuş gibi yanında gelen Baines'e ne düşündüğünü sorar kadın hakkında. Baines'in  verdiği cevap aslında her iki adamın ona bakışı arasındaki farkı gösterir. Baines, Ada'ya bakar ve ''Yorgun görünüyor'' der!

Karı ve koca arasındaki ilk çatışma hemen burada yaşanır. Maddiyat ve o dönemin genel değerlerine ait bir yaşam oluşturmaya çalışan Stewart, Ada'nın yanında getirdiği eşyaları taşıyacaklarını ancak Piyanoyu sahilde bırakmaları gerektiğini söyler. Ada ise önceliğin Piyano olduğunu, gerekirse diğer eşyaların sahilde bırakılmasını istediğini işaret dili ile anlatır. Stewart anlayamaz, mutfak ve diğer ev eşyalarını nasıl geride bırakmayı düşünebilir bir kadın! Sonuçta işgücünün patronu odur ve sanki evcilleştirilmiş ama hareket edemeyen bir varlıkçasına Piyano, doğaya, dalgaların vurduğu sahile terk edilir. 

Steweat'ın orman içerisinde, yanmış ağaçların arasında bulunan ve sönmüş bir ruhu andıran evlerine vardıklarında nikah törenine ait resim çekilirken başlayan yağmurda, Ada'nın merak ettiği tek bir şey vardır buğulu camdan kapalı gökyüzüne bakarken. Piyanosu! Ertesi günde kendince yardımcı olabileceğini düşündüğü Baines'in evine gider kızı ile Piyanosuna ulaşabilmek için.   

Ondan kendilerini yeniden sahile götürmelerini ister. Adam önce reddetse de, Ada'nın, evin önünde bekleyerek yaptığı pasif ısrara karşı koyamaz ve Piyanonun olduğu sahile varmalarına yardımcı olur. Ada, Piyanosuna kavunca başlar çalmaya. Saatlerce ve saatlerce devam eder. Baines bu sürede onun Piyanoya ne kadar bağlı olduğunu izler ve asla müdahale etmez. Sadece izler. Hava artık kararmaya başlayıp dönüş yoluna geçtiklerinde ise Baines yine sakince anne ve kızı arkalarından takip eder. Yakaladıkları huzuru bozacak herhangi bir tedirginliğe fırsat vermez.     

Baines etkilenmiştir kadından. Görünürde konuşmuyordur ama anlattığı bir şeyler vardır onunda duyabildiği. Ada'nın dili Piyanosudur. Ve Baines bunu dinlemek için kocası Stewart'a bir takas önerir. Piyanoya karşılık kendisine ait olan 80 dönümlük araziyi teklif eder. Elbette ilk önce Steawart bu teklifi anlamaz. Herşeye maddi boyutundan bakan kişi olarak arazide bir sorun olup olmadığını sorgular. İçi rahatlayınca da kabul eder. Ama Baines Piyano çalmayı bilmiyordur ve yaptıkları anlaşmaya göre Ada'nın ona ders vermesi de gerekecektir.

Stewart bu pazarlığı eve gelip aktardığında, Ada itiraz eder. Piyano kendisine aittir ve onu bir başkasına vermeyi düşünmemektedir. Ancak evde yine otorite adamdır ve ''Bu evlilikte herkesin fedakarlık yapması gerek'' diyerek konuşmayı sonlandırır. Ada, hayal kırıklığı içerisinde, o an Piyanosundan daha değersiz görünen bu adamın yüzüne bakakalır. 

Piyanosunu çalabilmek adına denileni yapar ve Baines'in evine gider. Ama adamın aslında piyano çalmayı istediği yoktur. O sadece Ada'yı dinlemek istemektedir. Ve görünürde dersler ama aslında dinletiler bu şekilde geçer. 

Bir gün Baines, piyanoyu çalarken Ada'nın arkasından yaklaşır ve ensesini dokunur. Kadın sesi olmayan bir çığlık atmışçasına yerinden kalkar ve gidecek olur. Ama Baines'in bir teklifi vardır ona. Piyanodaki her tuş için bir ziyaret olacak ve bitince de Ada Piyanosuna kavuşabilecektir. Teklifi duyan Ada hemen reddetmez, Piyanoya bakar, toplamında 88 adet tuş için bir ziyaret! O da pazarlık yapmaya yönelir. Teklifi sadece siyah tuşların sayılmasıdır. Toplam 36 adet siyah tuş ile yaklaşık 3 ay sürecek bir dönemi nerede ise bir ayda tamamlamak ister. Baines bunu az görse de sonunda kabul eder. 

Sonraki ziyaretlerde Baines, daha fazla tuş karşılığı Ada'dan yeleğini çıkarması, eteğini yukarı kaldırması gibi ilave şeyler ister. Kadın da bu isteklere kimi zaman pazarlık yaparak razı olur. Görünür durumda belki Piyanosuna daha hızlı kavuşmaya çalışmaktadır ancak zihin dünyasının bir ucunda da kendisini zorlayarak değil, ikna ederek ve fedakarlık yaparak arzulayan bir erkeğin varlığının hazzını yaşamaktadır bir yerde.    

Film bir karmaşanın olacağını hissettirerek ilerler bu şekilde. Victoryen Çağ olarak adlandırılan 19. Yüzyılın bu döneminde kadının belirlenen çerçevesi ve zihin dünyasından farklı olmanın ne demek olduğunu ve tutkusunun peşinden giden bir kadına neler olabileceğini göstermeye çalışır. Ama kadının dünyasını sınırlayan sadece erkeklerin varlığı ve çizdiği yol değildir aslında. Diğer kadınlarda bu kuralların varlığına ve toplum hiyerarşisinde kendilerinin burada durması gerektiğine yine hemcinslerini zorlarlar. Aslında tutkusu, arzusu olmayan insan için rahattır çünkü bu katman. Diğeri ise aile içinden başlayarak bir mücadeleyi gerektirir. Ama mücadele etmek başarma ihtimalinin yanında kaybetme riskini de içerir.  Mücadele etmeyenler parmak uçlarını hissetmez. Arzusunun kendisine değil gölgesine yakalananlar da  suçluluğa hapsolur iç dünyalarında. Bu arzu kimi zaman sevdiği kişi ile el ele tutuşabilmek, kimi zaman da sokaktayken rüzgarda saçlarını savurabilmek olmuştur geçmiş dönemde kadında. 

Ada ise tutkusunu seçer. Bedelini bir parmağının kesilmesi ile öder. Parmağı ile beraber resmiyette evli göründüğü Stewart'a karşı son bağı da kopar. Konuşmadığı halde kendisini anlayan kişi ile beraber yeni bir hayata doğru yola çıkar. O kadar bağlı olduğu Piyanosunu denize atarak hem geçmiş yaşantısından hem de eski aşkı ile olan son bağından kurtulur. Film beklenenin aksine buruk şekilde bitmez. Bir ara denizde giderken düşündüğü intihar, suyun üzerine çıkınca onun ikinci doğuşu olur. Yeniden bulduğu sevgi(li)de kendi sesine ulaşmak için egzersizler yapar.  Masumiyeti ve yeni bir başlangıcı temsil eden Beyaz Evlerinde eşler birbirine sarılır.

Filmin sonunda Baines, Ada ile kendince konuşur. 

Sözcüklerin olmadığı bu diyalogda adam kadını öper, öper, öper...



Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kokular

Fatih Sultan Mehmet- Mehmet'in Hikayesi Devam- 2. Bölüm (2. Yazı)

Fatih Sultan Mehmet - Fatih'in Hikayesi 1. Bölüm ( 3. Yazı)