1988-89 En Güzel Futbol Sezonu(muz) 1. Bölüm - The Best

Futbol uzun süredir ilgilendiğim bir konu değil. Tuttuğum takım Galatasaray da dahil olmak üzere klüplerin oynadıkları maçlar ve mevcut kadroları hakkında nerede ise hiç fikrim yok. Bu sezon 46 yıl sonra ilk kez 3 büyüklerin  aynı yıl içinde antrenör değişikliğine gittiğini ise bir yerlerde okudum. Dolayısı ile işlerin onlar adına pek de iyi gitmediği aşikar. Ve yine 46 yıl önceki 1975-1976 sezonunda olduğu gibi anlaşılan bu sene de Trabzonspor şampiyonluğun en büyük adayı. Uzun yıllardır ortalığı kasıp kavurmaktan uzak ''Karadeniz Fırtınası'' için yeniden şampiyonluğu görmek güzel olacak elbet. Ancak futbol severlerin çoğunluğu için bu yıl aldığı izleme keyfinin pek de mutlulukla hatırlanacağını sanmıyorum. 

Geçmişte böyle dönemler vardı oysa. Şahit olduklarım arasında ise bunların en başında 1988-1989 sezonu gelir. O sezon 3 büyüklerin tümü için de unutulmaz idi. Liseye ve gençlik çağına adım atan bizler için ise anlamı daha da başka idi. Önce 3 büyükler sonra da bizim hikayemiz ile devam edelim.

Anlatmaya Türkiye'nin en fazla taraftara sahip değilse bile en fazla sempati duyulanı olduğuna inanılan  Beşiktaş ile başlayalım.

Bir önceki sezon, yani 1987-1988 döneminde, Galatasaray'ın ardından ligi 2. sırada tamamlayan Beşiktaş 88-89 sezonuna da iddialı girer. Halihazırda oturmuş bir takım olan ve beraber oynamaya alışarak Beşiktaş tarihinde unutulmaz bir 3'lü olarak adlarını yazdıracak Metin, Ali, Feyyaz hücum gücüne yine taraftarların yıllar boyunca unutamayacağı 2 isim daha eklenir. 

İlki Kahramanmaraşspor'dan transfer edilen ve oyun stili ile yaşıt oldukları Belçikalı Enzo Scifo'ya benzetilen Mehmet Özdilek olur. Şifo Mehmet, devam eden yıllarda Beşiktaş klübü ve taraftarı için o kadar vazgeçilmez olur ki, 2001 yılında Milan ile yapılan jubile maçına kadar Beşiktaş'ta kalır ve 386 maç ve 130 gollük bir tarih bırakır gerisinde. 

Beşiktaş'ın bir diğer unutulmaz transferi ise o yıl İngiltere'nin Queens Park Rangers takımından henüz 22 yaşında iken tecrübe kazanması amacı ile Beşiktaş'a 1 sezon kiralık olarak gelen Les Ferdinand olur. Beşiktaş taraftarlarının haricinde tüm futbol severlerin beğenisini kazanan bu oyuncu özelllikle Fenerbahçe maçlarında attığı goller ile hafızalara kazınır. 

Takıma dönecek olursak, Beşiktaş lige iyi başlayarak ve sezonun ilk yarısında Fenerbahçe'yi de yenerek puan cetvelini ilk sırada tamamlar. Ancak ligin ikinci yarısında Fenerbahçe'nin gittikçe artan ivmesine ayak uyduramaz ve ligi onun ardından ikinci sırada bitirir. Ama fulbolun bir diğer  büyük organizasyonu olan o zamanki adı ile Federasyon Kupası'nı bu sefer Fenerbahçe'yi her iki maçta da yenerek alır. Hatta Fenerbahçe stadında oynanan ilk maçta Ferdinand, kimilerinin ''yılın golü idi'' dedikleri, kendisinin ise fulbolu bıraktıktan sonra verdiği bir röportajda kariyerinin ilk 3'ünde olduğunu söylediği unutulmaz golünü atarak takımının 1-0 kazanmasını sağlar. Sezonun son döneminde gelen bu güzel gol aslında kiralık geldiği takıma ve taraftarlara da vedasıdır Ferdinand'ın. Tıpkı yıllar sonra Galatasaray'a gelen Frank Ribery'nin taraftar ve fulbolseverlerin damağında bıraktığı tada benzer bir iz bırakarak Beşiktaş'tan ayrılır. Böylece ne Beşiktaş'ın bir yıl sonra başlayan şampiyonluk serilerine ne de gittiği takımlarda şampiyonluklara şahit olur. Beşiktaş taraftarı ise o sezon ligde şampiyonluğu göremese de Federasyon kupasını almanın mutluluğunu yaşar ve gelecek yıllarda efsane olacak takımının doğuşuna şahit olurlar.  

Ve geçelim Fenerbahçe'ye, o dönemlerde kullanılan ifade ile nam-ı diğer "Sarı Kanaryalara"...

1988-1989 sezonunda Fenerbahçe Türk futbolunda halen de kırılamayan rekorlara imza atarken kendileri için de unutulmaz bir yıl yaşar.

Bir sezon öncesinde ligi 8. sırada tamamlayarak taraftarını üzen klüp bu sefer iddialı hazırlanmak adına önemli transferler yapar. En çok ses getireni ise aslında transferi sonrası yaşı ve Almanya liginde yediği gol sayısı ile dönemin efsane mizah dergisi Gırgır'a bile malzeme olduğunu hatırladığım, ancak maçlar başladığında kalitesini herkese gösterecek olan Toni Schumaher'dir. Diğer unutulmaz transferler ise yine bir sezon öncesinde ligde ve kupada Fenerbahçe'ye kabuslar yaşatan Sakaryaspor'un 4 ası Oğuz, Aykut, Turan ve Serdar'dır. Fenerbahçe o sezon 1'i kiralık olmak üzere toplamda 13 transfer yaparak takımı nerede ise tümü ile yeniler. 

Fenerbahçe sezonun ilk maçını deplasmanda Rizespor ile oynar. Zaman ilerledikçe oynadığı futbolun daha da açılacağını ve gole doyulan bir yıl olacağını bu maç ile gösterir. İlk yarısı  başabaş geçen hatta Rizespor'un önemli pozisyonlar kaçırdığı maçta, oyuna 2. yarıda giren yeni transferlerden biri hem kendisini hem de sezonu Fenerbahçe'nin unutulmazları arasına sokacaktır. Bu oyuncu maçta peşpeşe 4 gol atan ve yılın sonunda 29 gol ile gol kralı olan Aykut Kocaman'dır. Sanırım lig tarihi boyunca yeni takımı ile ilk maçında 4 gol atan, dahası bunu sadece tek yarıda yapan başka bir oyuncu halen de yok. 

Fenerbahçe devam eden haftalarda da güzel sonuçlar alır ancak tek mağlubiyetini o sezon iyi bir oyun sergileyen Beşiktaş karşısında alarak ligin ilk yarısını Beşiktaş'ın arkasından 2. sırada bitirir. Sezonun ilk yarısında Rizespor'un etkili futbolcusu Hasan Vezir'i kiralık olarak alan ve O'nun da artan performansı ile 2. yarıda adeta fırtına gibi esen Fenerbahçe, sezonun ilk yarısında 44 gol atmışken, 2. yarısında 59 gol atar ve sezon sonunda toplam 103 gole ulaşarak halen de kırılamayan bir rekorun sahibi olur.

Tüm bunların yanında yine yılın en unutulmaz maçlarından birisi Federasyon Kupasında yaşanır. İlk maçta kendi sahasında Galatasaray ile 2-2 berabere kalan Fenerbahçe, 3 Mayıs 1989 da Ali Sami Yen'de oynanan rövanş maçında da ilk yarıda 3-0 geriye düşer. O yıl Avrupa başarılarının sarhoşluğunu yaşayan ve skor tabelasına göre artık turu geçtiğine inanan Galatasaray'a unutulmayacak bir hüsran yaşatırlar. Maçta 2. yarının hemen başında, yıllar sonra bile izleyenlerin topun o dar açıda nereden geçtiğini halen anlayamadığı Aykut'un golü gelir. Takıma kiralık olarak gelen ve harika işler çıkaran Hasan ise attığı birbirinden güzel 3 gol ile futbol tarihindeki bu önemli maçın kahramanları arasında yer alır. Fenerbahçe sonrasında kupa finalinde Beşiktaş'a yenilse bile o sezonu rekorlar kırarak Beşiktaş'ın 10 puan önünde açık ara ligde şampiyon olur.  

Ve gelelim Galatasaray'a ve onun Avrupa macerasına...

Önceki 2 sezonda yıllardır ulaşamadığı lig şampiyonluklarına ulaşan ve santraforu olan Tanju Çolak'ın yine ligde halen de kırılamayan 39 gollük rekoru ile Avrupa'da Altın Ayakkabı ödülüne layık görülerek adını duyurduğu Galatasaray, bu sefer de Avrupa'da adını takım olarak duyurmayı hedeflemektedir. 2 sezondur oturmuş kadrosu, kalesinde güven veren isim Simoviç ve gol yollarındaki becerisini kanıtlamış oyuncular ile buna cesaret edecek güçte olduğunu düşünür. 

Birinci turda Avusturya şampiyonu olan Rapid Wien ile karşılaşırlar. İlk maç Viyana'dadır. Türkiye liglerinde oynanan maçlarda gündüz vakti oynamaya alışkın futbolcular bundan mıdır bilenmez ama o dönem gece oynanan Avrupa maçlarında hep zorlanırlar. Bu maç da gece oynanır ve ilk yarısını Galatasaray 1-0 yenik kapatır. Takım 2. yarıda 1 gol daha yer ve 2-0 geriye düşer. Artık mutlaka bir gole ihtiyacı olduğunu düşünen Mustafa Denizli oyuna Büyük Savaş olarak bilinen Savaş Demiral'ı alır. Oyunun son 10 dakikasına girildiğinde o yıl Galatasaray'ın yine unutulmazları arasına girecek olan Prekazi topu sol kanattan ceza sahasının hemen önünde duran Büyük Savaş'a doğru gönderir. Büyük Savaş'ın top yere inmeden vurduğu şut ve ağlara giden golü bir çok taraftar gibi benim de halen aklımda. Galatasaray bu avantajlı skor ile yurda döner. İstanbul'da oynanan 2. maçta ise Galatasaray ilk yarıda bir çok gol pozisyonu yakalasa da gölü bulamaz. 2. yarıda yine atak bir futbol sergiler. Önceki sezonun Avrupa gol kralı Tanju ve kaptan ünvanını her yönüyle hak eden Cüneyt'in golleri ile maçı 2-0 kazanır. Bu maçta golleri atanların dışında alkışlanacak birileri var ise başta kalede bir çok mutlak gölü önleyen Simoviç ile maçı objektif bir şekilde yöneterek bitiren hakemlerdir.

Galatasaray'ın 2. turdaki rakibi ise yine bir başka Orta Avrupa ülkesi temsilcisi olan İsviçre'nin Neuchatel Xamax takımıdır. İsviçre'de oynanan ilk maçta, 1. devre Galatasaray'ın mücadeleci futbolu nedeni ile Neuchatel golü bulamaz. 2. yarıda bir gol bulsalar da uzun süre devamı gelmez. Ancak özellikle o yıllarda takımlarımızın deplasmanlarda yaşadığı bir başka sorun, maçları bir nevi propaganda zemini olarak gören örgütlerin sahaya girerek pankart açmasıdır. Nitekim bu maçta da 2. devre bu yaşanır ve maç uzun bir süre bu yüzden durur. Galatasaray ceza sahası içerisinde ve Simoviç'in çevresinde cereyan eden olaylar takımın ahengini ve maça olan kontsantrasyonunu bozar. Oyun başladıktan sonra 90. dakikada 2. gol yenir. Maç bununla bitecek derken uzayan süre sonunda 96. dakikada 3. gol yenir ve maç bu skor ile biter. 

Soyunma odasına giren takım sonuçtan dolayı üzgün olsa da turu geçmek konusunda ümitsiz değildir. Nitekim Mustafa Denizli o günden başlayarak rövanş maçına kadar her fırsatta 4 yada 5 gol atarak turu geçeceklerini söyler. 

İlk maç bir bayram öncesi 28 Ekim'de oynanmış ve tersi bir duygu ile sonlanmıştır. 2. maç ise bu sefer milli bir hüzün öncesi 9 Kasım'da oynanacak ve yine tersi bir duygu yaşanacaktır.

Ali Sami Yen'de maç başlarken stad o güne kadar hiç olmadığı kadar dolmuş ve seyirciler arasına Galatasaray taraftarının haricinde başka takım taraftarları da maçı izlemek ve desteklemek için gelmiştir. Maçı tribünden izleyen kişiler arasında bu tarihi güne taraftarı ile yanyana tanıklık edecek olan Mustafa Denizli de vardır çünki ilk maçta yaşanan olaylardan dolayı ceza almış ve takımın başında sahaya çıkamamıştır. O günlerde deplasman maçları televizyonda yayınlansa bile Türkiye'de oynanan maçlar seyirci sayısı endişesi nedeni ile televizyondan naklen verilmez, maçı canlı izleyecek kişiler ancak radyodan dinleyebilirlerdi. Birçok kişi gibi ben de o gün maçı radyodan dinlemek için hazırlanmıştım. 

Unutmak mümkün değil, maçta ilk yarıyı Uğur'un attığı gol ile Galatasaray 1-0 önde kapatır. 2. yarıda en az 2 gol gerekir. Derken maç tekrar başladığında ise turu getirecek ve maçı taraftarların hafızasında ölümsüzleştirecek goller peşpeşe gelir. Kanımca en unutulmazı ise Tanju'nun ceza sahası solundan plase ile attığı goldür. Tanju yaptığı falsolu vuruşun gol olduğundan o kadar emindir ki, topun ağlar ile buluşmasını beklemeden Mustafa Denizli'nin olduğu tribünlere doğru koşarak golü kutlar. Maç 5-0 bitince herkes 2 hafta önce ertelenen bayram coşkusu içindedir. 

Ancak sevinç uzun sürmez. Çünki Neuchatel maç sonunda yaşanan olaylar nedeni ile UEFA'ya itiraz eder ve yapılan ilk değerlendirme sonrası UEFA da maçın iptal edilerek tarafsız bir saha da yeniden oynanmasına  karar verir. Türkiye ayağa kalkar ve ülke yönetimi ile tüm futbolseverlerin bir bütün olarak mücadele ruhu içerisinde olduğu nadir dönemlerden birisi yaşanır. Gösterilen bu yoğun tepki nedeni ile UEFA da geri adım atar ve üst kurul bu sefer maçı geçerli sayar ancak Galatasarayın bir sonraki turda kendi sahası yerine maçı tarafsız bir ülkede oynamasını, eğer o turu da geçerse o maçın Türkiye'de İstanbul dışında oynamasını karara bağlar. Taraftarlar açısından bu karar adil olmasa bile yine de çeyrek finale çıkmanın sevincini gölgelemez.

Derken kış döneminde Avrupa maçlarına ara verilir. Çeyrek finalde ki rakip şimdilerde İngiliz Futbolunu değiştiren 3 yabancıdan biri diye anılan Arsene Wenger'in yönetimindeki Fransa şampiyonu  Monaco'dur. Tarihin garip cilvesi deplasmanda oynanacak ilk maç öncesi 1 Şubat tarihinde Galatasaray'ın yıldızı Tanju Çolak bir önceki sezonun Avrupa'da en fazla gol atan futbolcusu olarak yine Monaco'da düzenlenen ödül törenine katılır. 1 Martta tekrar Monaco'ya çeyrek final maçı için gelen Tanju, aldığı ödülü hakkettiğini gösterecek ve attığı kafa gölü ile maçı 1-0 Galatasaray kazanacaktır. Maçtan önce Monaco'yu kesin favori gören herkes ve hatta yurtiçi basın bile alınan galibiyet sonrası hem şaşkınlık hem de büyük bir sevinç içindedir. 2 hafta sonra bu sefer Köln'de oynanan maçta sahneye unutulmaz vuruşu ile Prekazi çıkacak ve Fransızların bile hayran kalacağı serbest vuruştan attığı gol ile Galatasaray'ı öne geçirecektir. Sonrasında Monaco'nun yıldızlarından Weah bir gol atsa da maç berabere sona erer ve Galatasaray yarı finale yükselir. 

Galatasaray artık Milan, Real Madrid ve Steau Bükreş ile beraber Avrupa'nın en büyük ilk 4 takımı arasına girmiş, o zamanlar Batı seviyesinde bir medeniyet kurma hayalindeki ülkenin futbol olarak bunu başarmakta olduğuna herkesi inandırmıştır.

Eşleşmeler için yapılan kurada Mustafa Denizli'nin gönlünden Real Madrid geçse de Galatasaray'ın rakibi Steau Bükreş olur. Ve ilk maç yine deplasmandadır.

Maç, Steau'nun hızlı oyunu ile başlar ve ilk yarının başında 1-0 öne geçerler. Ancak Galatasaray'ın karşısında sadece Romen rakibin olmadığı, o dönem Romanya'nın lideri Çavuşesku tarafından özel olarak ağırlandığı iddia edilen Portekizli hakemin de zorlu bir rakip olacağı daha maçın ilk yarısında Galatasaray aleyhine verdiği tartışmalı penaltı ile kendini gösterir. Penaltıyı sonraki yıllarda yine Galatasaray ile unutulmaz başka Avrupa başarılarına imza atacak olan Hagi kullanır ve golünü atar. İlk yarı bu skor ile biter. 2. yarıya Galatasaray yine ümitli başlar ve Tanju ile gölünü de bulur. Ama Portekizli hakem bu sefer de ofsayt iddiası ile nizami golü geçersiz sayar ve karara itiraz eden Tanju ve Uğur'a sarı kartları göstererek bir sonraki maçta da cezalı duruma düşmelerine neden olur. Galatasaray bundan sonra oyundan kopar ve 4-0 yenilerek Romanya'dan ayrılır. 2 hafta sonra İzmir de oynanacak rövanş maçı için ümit ile hayal etmek arası duygular yaşanır. Tanju ve Uğur'dan yoksun takım maçta ilk yarıda 1-0 öne geçse de devamını getiremez ve yediği gol ile maçtan 1-1 berabere ayrılarak turnuvaya veda eder. Ancak herkesin kabul ettiği şey o sezon Galatasaray'ın bir Türk takımı olarak izleyenlere tattırdığı heyecan ve futbol doyumudur.

Evet 1988-89 sezonunda üç büyüklerin hepsi için unutulmaz zamanlar yaşanır. O yıl liseye adım atan, aklı ve bedeni futbol ile yaşayan biz gençler için ise bahar ayları geldiğinde sezonun bir başka anlamı başlamak üzeredir. 

''Günebakan'' çocukların hikayesi bir sonraki yazıda...

..............................................................................................................................................................

Not: Bu yazıyı yazarken genelde Spotify'dan "Top Hits of 1989" listesini dinledim. 

Listeyi dinlerken o yılın sadece futbol için değil, müzik için de unutulmaz bir yıl olduğunu gördüm. Parçaların bazıları şöyle idi. 

The Cure'den "Lovesong", Bon Jovi'den "Born To be My Baby",  Phil Collins'den "Another Day in Paradise", Madonna'dan "Like a Prayer",  Marc Almond, Gene Pitney'den "Somethin's Gotten Hold My Heart".

Listeye adını veren şarkı ise bu yazının başlığında da adı bulunan Tina Turner'dan "The Best" idi.



  







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kokular

Fatih Sultan Mehmet- Mehmet'in Hikayesi Devam- 2. Bölüm (2. Yazı)

Fatih Sultan Mehmet - Fatih'in Hikayesi 1. Bölüm ( 3. Yazı)