Geçmiş Zaman Olur ki - Tarihte Bir UEFA Kupası Finali

Şu günlerde malum nedenlerden dolayı futbol oynanmıyor ne bizde ne de dünyanın bir çok başka ülkesinde. Kişisel açıdan ise iyi bir futbol izleyicisi olmayı epey uzun zaman önce bıraktığımı söylemeliyim. Aslında çocukluğumdan beri tuttuğum bir takım var ve ülkenin futbol alanında uluslararası en büyük kupalarından 2 tanesini de bu takım ülkemize getirdi. Ama malesef hem ülke bazında hem de klüp bazında eski başarı ve samimiyetten uzak bir dünya var artık. Belki bu ve belki de üzerine başka nedenler, benim gibilerin futbolda iyi bir seyirci olma özelliliğini yitirmesine yol açtı.

Bahsedeceğim maçtan önce de izlediğim ve hatırladığım uluslararası maçlar elbette olmuştu. Ama nedense bu maçın yeri daha farklı oldu kendi hafızamda. O zamanlar genel olarak maçlar mı daha heyecanlı idi yoksa bizim ilk heyecanlarımızı tattığımız gençlik çağlarımıza denk geldiği için mi yaşananlar farklı geliyordu insana bilemiyorum. Sebebi ne olursa olsun muhtemelen bir çok futbol severin de benim gibi, herkesin bildiği maçlar haricinde hafızasında kalan farklı maçlar olmuştur.

Sonuç olarak bu maç için zamanda epey geriye gideceğiz. Üzeriden çok süre geçtiği için de bu yazıyı yazarken  bazı konularda hafızamın cevap veremediği yerlerde detayları bulmak adına  araştırma yaptım ve boşlukları mümkün olduğu kadar tamamlamaya çalıştım. Değil ise yazı çok kısa, olaylar da kopuk kalabilirdi.

Yıl 1988 idi ve Avrupa kupaları maçları TRT'de yayınlanıyordu. O dönemlerde bir çok kişi gibi okul arkadaşlarım ile biz de maçları takip eder ve sabahları okulun ilk dersi öncesinde yaptığımız bahçe turunda, eğer o gün yapılacak bir maç var ise tahminlerimizi yapar, maçın ertesi gününde ki turda da kritiği ile zamanı geçirirdik. 

Bir bahar ayında - şimdi arşivlere bakınca mayıs olduğunu görüyorum- sabah yine toplanmış, böyle bir yürüyüş yaptığımızı hatırlıyorum. O akşam UEFA Kupası final maçı vardı ve oynayacak takımlardan birisi Batı Almanya'yı temsilen ülkenin kuzey bölgesi takımı olan Bayer Leverkusen, diğeri ise İspanya'yı temsilen Barselona şehrinin takımı olan Espanyol idi.

Burada küçük bir parantez açmak gerekir ise Barselona şehrinin en ünlü takımı hepimizce malum olan şehrin adını taşıyan takımdır. Ancak Katalanların ayrılıkçı hislerinin de sözcüsü niteliğinde olan bu takıma rakip olarak İsyanya ile birliği savunan başka bir takım daha kurulmuştur. İşte Barselona şehri takımı olan Espanyol'un isim nedeni de aslında budur. Demek ki o zamanlarda bile -futbol üzerine en güzel kitaplardan birinin yazarı olan Simon Kuper'in dediği gibi -  ''Futbol asla sadece futbol değildi''.

Futbolda zaman içerisinde gerek saha içi kurallar gerekse kupa işleyişinde değişiklikler oldu. 80'li yıllarda final maçları da yine elemeler de olduğu gibi 2 turlu maçlar olarak oynanıyordu. İlk maç Barcelona'da oynanmıştı. Espanyol takımı kendi sahasında 3-0 kazanmış ve 2. maç için büyük bir avantaj yakalamıştı. Şampiyonu nihai olarak belirleyecek rövanş günü geldiğinde, belki de Türklerin büyük çoğunluğu gibi  arkadaş grubu olarak biz de çoğunlukla Leverkusen'i tutuyorduk.

Akşam evde maç saati geldiğinde televizyona sabitlenmiş olarak maçı izlemeye başlamıştım. Ama ilk yarı oynanırken Leverkusen hiç de insiyatifi ele alacakmış gibi durmuyordu. Espanyol takımı ise ilk maçın sonucunun verdiği rahatlık ve güven ile oynuyordu. İlk yarının vasat bir mücadele ile geçerek golsüz sona erdiğini hatırlıyorum. İlk maç dahil toplam sürenin 4 de 3'ü geçilmiş ve kalan zamana Leverkusen'in en azından 3 gol sığdırması gerekiyordu. Devamındaki yıllarda bunun mümkün olacağı maçlar görecektik ama o zamana kadar olan tecrübemde böyle bir maç yoktu. Ülke futbolunda halen unutulmaz bir yere sahip olan Fenerbahçe'nin Galatasaray karşısındaki geri dönüşü ve Galatasaray'ın da Avrupa Kupasında İsviçre'nin Neuchatel takımı ile oynadığı rövanş maçını görmemiz için ertesi sezonu beklememiz gerekiyordu.

Derken 2. yarı oldu ve sonrasında birşeyler değişmeye başladı.

Alman ekibi sanki daha hırslanmış ve atak sayısını artırmış ancak gol sesi henüz çıkmamıştı. Yine böyle sağ kanattan başlayan atakta Alman oyuncu çizgiye inerek ceza sahası içerisine girmiş ve yerden ortasını yapmıştı. Ama top, Espanyol kalesi önündeki kalabalık savunma ekibinin ayaklarında kaldı. O dönemlerde kaleciye geri pas verilmesi, kalecinin de topu elle tutması yasak değildi ve bu, savunma oyucularının böyle zamanlarda sık başvurdukları bir hareketti. Espanyol'lü oyuncu da takımı için en güvenilir olacağını düşündüğü ve zamanı da iyi kullanmasını sağlayacak şekilde topu hemen arkasındaki kalecisine doğru yuvarladı. Ancak o anda kaleci ile savunma oyuncusu arasına giren Leverkusen'li futbolcu (Brezilyalı Tita) topu bir anda ağlarla buluşturarak Leverkusen taraftarlarının artık gelmesini beklediği ilk gölü attı. Dakikalar henüz 57 idi ve kalan zaman herkese hem umut vermek hem de herkesi telaşa sokmak için yeterli idi.

Bu gol bir taraftan Almanların moralini yükseltirken diğer taraftan da oyuna daha da heyecan kattı. Ama kendi adıma maçın asıl değiştiğini düşündüğüm an oyuna giren bir sol kanat oyuncusu sonrasında oldu. Alman antrönör,  henüz 5 dakika öncesinde gölü atan Brezilyalı forvet oyuncusunu çıkarmış, yerine ise ensesine kadar uzanan sarı saçları ve iri yapısı ile tipik bir Alman denilebilecek 15 numaralı Klaus Tauber'i oyuna sokmuştu. Bu yazıyı yazarken maçın özetlerini tekrar izlediğimde asıl kader anının bu zaman olduğunu da daha iyi gördüm. Kameralar yedek kulübesini gösterirken gerek oyundan alınan Tita'nın gerekse diğer yedek oyuncu ve görevlilerin yüzlerinde umutların azaldığına yönelik mimikler görünüyordu.

Ama Alman hocanın sanırım bir bildiği vardı ve karşı takımın o andan sonra artık yorulmaya başladığını ve fiziği iyi bir kanat oyuncusu ile birşeyleri değiştirebileceğini - belki de maçı en başından planlarken - düşünmüştü.

Nitekim Tauber oyuna gireli henüz 1 dakika olmuştu ki sol kanatta ona doğru atılan topu kısa bir süre sürdükten sonra, ceza sahası içerisine doğru çok sert bir orta yaptı. Hemen kalenin önüne doğru gelen topa bir başka Alman futbolcu da uçarak kafayı vurdu ve topu ağlarla buluşturdu. Bütün stad coşmuştu ve İspanyollar artık herşeyin çok da kolay olmayacağını iyice anlamıştı. Skor 2-0 olmuştu.

Bu arada gölü atan futbolcu da aslında bizlere yabancı birisi değil. Kendisi daha sonrasında 90'lı yılların başında Galatasaray'da da oynayan Falco Goetz'dü. Onun ile ilgili bir başka ilginç bilgi ise kendisinin aslında Doğu Alman olması ve Doğu Alman Milli Takımı ile beraber Yugoslavya'da oynanan bir maçta gördüğü kırmızı kart sonrası soyunma odasına inmek yerine taksiye atlayarak Batı Alman Konsolosluğuna giderek iltica talep etmesidir. Sonrasında 1 yıl fulboldan men edildikten sonra Bayer Leverkusen ile anlaşarak yeniden futbol hayatına devam etmiştir.

Maça dönecek olursak hatırladığım kadarı ile oyuna giren Tauber'in sol kanattan yaptığı ataklar Espanyol takımını iyice bunalttı. Hatta şimdi izleyince insana tuhaf geliyor ama konuk takımın ne kadar bunaldığı, hocasının saha kenarında sigarasını yakmış ve tedirgin haldeki bakışlarından da anlaşılıyor. Artık 3. gölün geleceğini ve asistin de yine sol kanattan gerçekleşeceğini tahmin ediyordum ama gelen gol 81. dakikada sağ kanattan kazanılan bir serbest vuruş sonrasında gerçekleşti. Almanlar duran yan toplarda usta olduklarını henüz 2 sene öncesinde oynanan Dünya Kupası finalinde herkese göstermişlerdi. Bu seferde becerilerinin devam ettiğini ispatlarcasına ceza sahasının sağ tarafından kullanılan bu serbest vuruşu gole çevirdiler. Bu defa golü atan kişi takımdaki 3 yabancıdan birisi olan Güney Koreli oyucu idi. Skor 3-0 olmuştu.

Artık hem saha avantajı hem de moral üstünlük Almanlarda idi ve bu hava ile maçın onlar lehine sonuçlanması kaçınılmaz görünüyordu. Ama maçın kalan zamanı sonucu değiştirmedi ve neticede her iki takımda 3'er gole ulaşmış olduğu için maç uzatmaya gitti.

Aslında beklenen, uzatma dakikalarında Leverkusen'in yine hızlı başlayarak maçı alacağı yönünde idi ama öyle olmadı. Muhtemelen her iki takım da bütün bir sezona yayılan ve buraya kadar gelmiş bir mücadeleyi 30 dakika içerisinde yapılabilecek herhangi bir basit hata nedeni ile kaybetmek istemiyordu. Derken uzatmalarda da gol olmadı ve maç penaltı atışlarına kaldı.

Maçın normal süresi sonuna doğru Almanların lehine dönen havanın uzatma dakikalarında duraksaması, penaltı atışları öncesinde de bir tereddüt oluşmasına yol açmıştı. Nihayetinde artık bu noktadan sonra takım değil, bireysel beceriler ön plana çıkacaktı. 

İlk penaltıyı Espanyol takımı kullandı ve gol oldu. Leverkunsen ise ilk penaltısını kaçırdı ve sanırım Almanları destekleyen herkes de endişe iyice yükseldi.

2. penaltılarda her iki takım oyuncusu da hata yapmadı ve durum Espanyol takımı lehine devam etmeyi sürdürdü.

3. penaltılara geçildiğinde yine ilk atışı Espanyol futbolcu kullandı ve sert bir şekilde kullandığı top üst direğe takıldı. Leverkusen'in eşitliği yakalama şansını, atışı kullanan oyuncu kaçırmadı ve durum 2-2 oldu.

4. penaltılara geçildiğinde gerginlik iyice yükselmişti. Bu baskı sanırım Espanyol takımının oyucusuna fazla geldi ve topu doğrudan kaleciye nişanladı. Topun bu şekilde kullanılacağını son anda farkeden kaleci de atışı kurtardı. Alman takımında ise penaltıyı bence aslında maçın da adamı olan Tauber kulandı. Solak oyuncu topu en iyi atacağı yere, yani kendisinin sağına doğru nişanladı ve golü buldu. Durum 3-2 Alman takımı lehine dönmüştü.

5. penaltılara geldiğinde artık Espanyol takımının atış kaçırma lüksü yoktu. Ama bir şeyin farkında olmak ile yapmak başka şeyler. Son atışı kullanan Espanyol oyuncusu, topu direğin de üzerinden seyircilerin olduğu yere doğru atınca, yerden yükselen topla beraber hem Alman oyucuncuların kolları havaya yükseliyor hem de tüm stad yerinden fırlıyordu. Alman takımını destekleyen herkes de çok istenilen ama başarılacağından tam da emin olunmayan bir hayalin gerçekleşmesinin şaşkınlık dolu coşkusu yaşanıyordu. İngiliz futbolcu Gary Lineker'in yıllar sonra söyleyeceği o ünlü sözün bir nedeni de belki bu maç olacaktı.

Kupayı aldıktan sonra takımın heyecanı soyunma odasında da devam ediyordu ve Tauber patlattıkları şampanyayı kazandıkları kupaya boca ederken orada bulunan gazetecilere ''Bugün kulaklarımdan fışkırana kadar içeceğim'' diyecekti. 

Bu karşılaşma Leverkusen'in tarihindeki en büyük zaferi olacaktı. Daha sonra 2002 yılında takım Yıldıray Baştürk'ün de oynadığı Şampiyonlar Ligi finalinde Real Madrid'e karşı mücadele vermiş ama bu sefer kazanan İspanyol ekip olmuştu.

Leverkusen yeniden aynı başarıyı yakalayamayacaktı ama bizlerin futbol anılarında ertesi yıl  88-89 sezonunda, biri yurt içinde, diğeri yurt dışında unutulmaz maçlar çıkaran iki Türk takımının heyecan dolu mücadeleleri yer alacaktı.

O zamanlar ''Futbol, sadece fulbol değildi''.

Aynı zamanda bizim ilk gençlik anılarımızdı.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kokular

Fatih Sultan Mehmet- Mehmet'in Hikayesi Devam- 2. Bölüm (2. Yazı)

Fatih Sultan Mehmet - Fatih'in Hikayesi 1. Bölüm ( 3. Yazı)