IŞIĞIN VE ALEVİN İNSANLARI- KATHARLARIN ANADOLU KÖKENİ, ALEVİLER - 2. BÖLÜM
İlk yazımızda Katharların kökeninin neresi olduğunu sorgulamış ve cevabını bu yazıya bırakmıştık. Ancak şunu söylemek gerekir ki yazıda geçen kökene ilişkin okuyacaklarınız aslen bir iddiadır. Ama bunlar kişisel iddiam da değildir. Ele alınmaya çalışılan şey bir dini inanış mı yoksa felsefe mi ya da bir değerler sistemi mi olduğu konusunda fikir birliğinin olmadığı Alevi inancına sahip kişilerin yüzyıllar boyunca merkezi otoritenin baskısı ile yaşadıkları göçlere ilişkindir.
Bu girizgah ile beraber yazımıza dönersek...
Anadolu'nun bir dinler kavşağı olmasının yanında ilk tapınağa da ev sahipliği yapan bir coğrafya olduğu artık biliniyor. 12 bin yıllık tarihi ile şu an yeryüzünde Göbeklitepe'yi geçen bir tapınak yok.
Ziyaret
edenlerin gezi esnasında nelere dikkat ettiğini bilemiyorum ama benim dikkatimi o büyük alanda yer alan taşların orta kuşağındaki, gökteki ayın hilal
dönemine yakın zamanı olarak motiflenmiş görsel oymalar çekmişti.
Rehberimize bunların ne anlama geldiğini sormuştum ancak tatmin edici bir cevap
verememişti. Belki de anlamları henüz keşfedilememişti. Kişisel
teorim ise burası bir tapınak olduğuna göre acaba ibadet zamanını belirlemek
adına bu görseller bir takvime işaret ediyor olabilir miydi ?
Bu yapının bir
tapınak olduğunu düşündüğümüzde M.Ö. 10 binlerden, yine M.Ö. 2 binli yıllarda
yaşadığı bilinen Luvilere kadar Anadolu'da nasıl bir inanç sisteminin olduğu tümü ile bilinmez. Bu nedenle de hepsine birden Pagan inancı denilerek geçilir. Biz de Anadolu'da görülen inançları Luviler ile anlatmaya
başlıyoruz.
Luvi kelimesi aslen ''Işık İnsanı'' anlamına gelir. Kelimedeki ilk hece ''Lu'', Işık demek olup Latincede yer alan Lux, İngilizcedeki Light, Fransızcadaki Luire ve Almancadaki Licht'de ile aynı kökendendir. Avrupa dillerine kaynaklık eden Latincenin MÖ binli yıllarda ilk ortaya çıktığını düşünecek olursak Luvi'deki ışık ifadesinin etkisi anlaşılır.
İlk yazımızda bahsi geçen Katharlara aynı zamanda ''Albigenler'' de denilir. Zaten düzenlenen Haçlı Seferi de tarihte bu isimle anılır. Albigen de aslında ''Işık İnsanı'' anlamındadır. İşin ilginç yanı günümüzde Alevi inancına sahip topluluklar Osmanlının bir döneminde ''Işık Taifesi'' olarak adlandırılmıştır. ''Alevi'' kelimesi ise kayıtlarda en eski 1451 yılında; yani artık bu inanca mensup kişiler ile Osmanlı merkezi otoritesi arasındaki ilişkilerin bozulması sonrasında kullanılmaya başlanmıştır.
Alevilerin inanış ve ritüellerinin kökeni olarak genelde 2 kaynak gösterilir. Ortadoğu'dan İslam ve Orta Asya'dan getirdiğimiz Şamanizm. Yazımıza konu olan inancın bu iki kaynağın karışımı olduğu düşünülür çoğunlukla. Ancak 12 İmam olarak anılan kişilerin en sonuncusu olan Muhammed Mehdi’nin, Halife Ali ile hiç karşılaşmamış olmasını ve 9. yüzyılda yaşamış bir kişi olarak kabul edildiğini; ayrıca İslam’ın tüm mezheplerinde (Şiilik dahil) camide ibadet edilmesine karşın, bu inanca sahip kişilerin neden camide namaz kılmak yerine Cemevi’nde semah yapmayı ibadet saydıklarını bu kaynaklar tam olarak açıklamaz. Ya da Alevi kelimesinin köken olarak Ali'den geldiği iddiasının kelime uyumuna oturmaması da pek sorgulanmaz.
Ayrıca Ortadoğu ve Orta Asya'dan gelen düşüncelerin buradaki ibadet biçimini etkilediği öne sürülürken, öncesinde Anadolu'da binlerce yıldır var olan inançların nasıl olup da hiç iz bırakmadan kaybolup gittiğine ilişkin ön kabulün nasıl yapıldığı da, açıklanmaz?
İşte bu insanlar Anadolu'da Hristiyanlık yavaş yavaş yayıldığı zamanlara kadar bulundukları yörelerde ibadetlerine devam etmişlerdir. 4. yüzyıla gelindiğinde
başkentini kendi adıyla anılan kente taşımış olan Konstantin, bu yeni dinin hem
gelişimine yön vermek hem de imparatorluğun siyasal otoritesini bu vesile ile her yerde sağlayabilmek adına 325 yılında İznik'te bir konsilin
toplanmasını sağlar. Burada önemli kararlar alınsa da Hristiyanlık tarihi boyunca dinde baş gösteren farklı
uygulamaları çözmek adına yapılmış tek toplantı değildir bu. Devamında da
çeşitli zaman ve şehirlerde başka toplantılar yapılarak, ne kadarı Hristiyanlığın ilk dönemine uygun olduğu belli olmayan kararlar alınır. Bu toplantılarda ana gaye Hristiyanlıkta o ilk dönemki erdeme ulaşmak
değildir zaten. Aynı zamanda ''Pagan'' yani "Taşralı" olarak adlandırılan inanca sahip insanların da
kolay adapte olacağı bir şekilde kuralları belirlemekdir.
Örneğin bu zamanlara kadar yani yaklaşık üç yüz yıl boyunca Hristiyanlar arasında İsa Peygamberin doğum günü 6 Ocak tarihinde kutlanır. Ancak Anadolu insanı için 24 Aralık, Latince ifade ile ''Natalis Solis İnvicti'' yani ''Yenilmez Güneşin Doğuşu'' olarak kutlanmaktadır. O zaman yapılacak şey İsa'nın doğumunu 24 Aralık tarihine almak, güneşi de bir hale olarak İsa Peygamberin kafasına yerleştirmektir. Ama bu Pagan inancın tam hakim olmadığı kimi coğrafyalarda buna gerek kalmayacak ve onlar halen Noel'i yani İsa Peygamberin doğumunu günümüzde de 6 Ocak tarihinde kutlamaya devam edecektir.
Bir çok kültürde yer alan 12 sayısı (Yahudilikte ki 12 Kabile, Hititlerde 12 Tanrı, Yunan Mitolojisindeki 12 Olympos'lu gibi) Hıristiyan inanç sistemine de 12 Havari olarak yerleştirilir.
Resim: Çorum-Boğazlayan'da bulunan kaya resminde ki 12 Hitit Tanrısı
Bunların yanında o dönem Işık İnsanlarının toplumda hata yapan kişilere yaptırım olarak dışlaması yani ''Düşkünlük'' uygulaması ''Afaroz'' olarak, bir ruhun farklı canlı formları içerisinde devriye denilen yaşam döngüleri sonucunda en son ''İnsan-ı Kamil'' aşamasına erişmesi ise ''Azizlik'' mertebesi olarak Hristiyanlığın içerisine alınır.
Bunların haricinde bir başka şeyi daha çözümlemek gerekir. Pagan inancında Ana Tanrıça kadın, Hristiyanlıkta ise esas karakterler erkektir. Buna nasıl çözüm bulunur?
Peygamberin cinsiyeti değiştirilemeyeceğine göre Ana Tanrıça da onun annesi oluverir. Mary, Maria, Meryem artık siz hangi şekilde telaffuz ederseniz. Ama cisimsel olarak bu sahnede bir başka erkeğe yer yoktur ve bu nedenle de İsa Peygamberin insan olarak bir babası bulunmaz.
Ancak eski inançlara sahip kişiler yine de tüm bunları kolayca kabul etmezler. 5. yüzyılda İzmir-Efes'te bir konsil daha toplanır. Yöre halkı o dönem tümü ile Hristiyan olmamıştır. Bulunan coğrafyada Ana Tanrıça, Artemis olarak kabul edilmektedir. Bu kişiler, Efes Konsili’nin toplandığı kilise önünde; “Bize Tanrıçamızı verin'' diyerek itirazlarını dile getirirler! Konsil bundan mı etkilenmiştir bilinmez ama toplantıda alınan kararla Meryem Ana, ''Theotokos'' yani Tanrı Veren / Taşıyan ünvanını alır. Bir Tanrıça olamayacak ise Tanrı'yı doğurmak da az bir mertebe değildir dini şekillendirenlere göre!
Ama öyle olmaz. 7. yüzyıla gelindiğinde halen bu ''Işık İnsanlarının'' kendi inançlarına devam ettikleri görülür. Bir çözüm yöntemi olarak bu grupları yerinden etmek akla gelir. Bizans İmparatoru Mauricius sayıları on bini geçen ilk zorunlu göçü Kıbrıs'a yaptırır. Bu yeterli olmaz. İkinci göç dalgası 648 yılında da II. Konstantin zamanında Sicilya ve Kuzey İtalya'ya olur. 11. yüzyılda ise bu sefer Kızılırmak çevresinde bulunan yöre halkının Trakya bölgesine sürgünü vardır.
Artık Anadolu'nun haricinde Trakya ve Balkanlar gibi coğrafyalara da yayılmış olan bu Işık İnsanları için baskılar yine de devam eder. Trakya'da ''Bogomil'' adı verilen bir rahip önderlik
etmiştir bu kişilere. Slavcada zaten ''Bog'' Tanrı, ''Mil'' ise sevgili
anlamına gelmektedir. Bogomil, yani Tanrının Sevgilisi, Hakdostu!
İnsan bir başka yere gidince
daha iyi şeyler olacağına inanır. Artık Bogomiller adını almış olan bu halk da
batıya doğru göçüne devam eder. İlk olarak Bosna civarına yerleşir. Buradan da
Avrupa'nın güneyi ve kuzeyine devam ederek Albigen ve Kathar olarak anılmaya başlanırlar.
Bosna'da kalanların -Osmanlı'nın Balkanlarda ilerleyişine paralel olarak- büyük bölümü müslümanlaşır. Dolayısıyla Bosna Müslümanlarının kökeni aslen Anadolu'daki bu eski inanç sistemine bağlı kimselerdir. Osmanlı bu yakınlığı görmüş olacak ki 1.Murat döneminde kurulan Yeniçeri Ordusuna ''Ocak'' adı verilir. Devşirme sistemi de yine bu coğrafyada yaşayan ve Müslümanlığı kabul etmemiş olsalar bile katı Hristiyanlara göre daha yakın görülen bu kişiler arasında uygulanır. Hatta belki de bu inanç yakınlığını daha da kullanmak adına Yeniçeri Ocağını, Bektaşi Ocağına bağlarlar.
Konu Osmanlılara
gelecek olursa yine ilginç olan Gelibolu Yarımadası'nın fethidir.
Beylikler
döneminde Balıkesir-Çanakkale bölgelerinde Karesi Beyliği vardır. Aslen
Alevi inancına sahip bu beylik aynı zamanda Bizans yönetiminde bulunan Trakya'daki Dimetoka Ocağına
bağlıdır. Karesiler, güçleri birleştirmenin faydalı olacağını düşünerek genişleyen Osmanlı Beyliğine katılırlar. Boğazın diğer yanında yer
alan halkın da Osmanlı hakimiyetini kabul edeceğini söyleyerek Osmanlı'nın 1354 yılındaki Çanakkale Boğazı'nı geçişlerini ve Avrupa Kıtasına ilk adımı atmalarını teşvik ederler. Bu ilk fetihten sonra devamı gelecektir zaten.
Balkan
Alevileri, Osmanlı’nın Balkanlar’daki ilerleyişine büyük katkı sağlar. Bu fetihlerde yerel halkın direniş göstermek yerine Osmanlı'nın önünü açması, Ortodoks kralları çileden çıkarır. Aleviler üzerindeki zulüm daha da artar. Bu durum tabiki onların da Osmanlı'ya yakınlıklarını artırır. Öyle ki Osmanlı Ordusu, Bosna’da bir hafta içinde 70 kale ve şehri ele geçirir. Oysa buraların neredeyse tamamı, coğrafi bakımdan kuşatılması ve alınması zor yerlerdir.
Ancak Osmanlı
Devleti'nde Aleviler ile ilk kırılma Yıldırım Beyazıt'ın 1402'deki Timur karşısında aldığı
bozgundan sonra gelir.
1402 - 1413
yılları arasında olan Fetret Devrinde, Yıldırım'ın dört oğlu arasında yaşanılan mücadelede (Süleyman Çelebi, İsa Çelebi, Mehmet Çelebi ve Musa
Çelebi) Balkan Alevileri, Rumeli'yi ele geçiren Musa Çelebi'nin yanında yer alır. Ancak
Anadolu'da hakimiyetini kabul ettiren I. Mehmet, Bizans İmparatoru Manuel
ile de ittifak yaparak Musa Çelebi'yi yenilgiye uğratır.
Devamında
yaşananlar da zaten Türk tarihi ve edebiyatında yer eder.
Musa Çelebi'nin Kazaskeri olan Şeyh Bedrettin önce İznik'e sürgüne gönderilir. Onun müridlerinden olan Börklüce Mustafa ise İzmir - Karaburun'da şimdiki literatürde Komünizm olarak anılan ve Nazım Hikmet'in deyişi ile ''Yarin yanağından başka herşeyin paylaşıldığı'' ortak mülkiyete dayalı bir sistem kurar. Osmanlı Merkezi sistemi bu durumu bir tehdit olarak görür ve 1416'da yapılan savaşta Börklüce taraftarları yenilir ve kılıçtan geçirilir. Sonrasında Trakya'ya geçmiş olan Bedreddin'in peşine düşülür. Serez'de yakalanarak yine kendi adını alan şiire konu olduğu şekilde asılır.
Serez Çarşısı artık sessiz kalır!
Bu zamanlara kadar beraber yaşamakta bir sakınca görmeyen Osmanlılar ile Alevi inancına sahip halk arasında bölünme başlamıştır.
Tam da bu dönemlerde Alevi halkına doğudan bir ışık görünür. Tümü ile aynı şeylere inanmasalar da Şii adı verilen ve İslamın farklı bir yorumuna sahip Safevi Devleti ile ilişkileri gelişir. Kelamın değil kılıcın gücüne inanan Yavuz Sultan Selim, Safevilerin, Anadolu üzerindeki etkisini kırmak için savaşmak gerektiğini düşünür. 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı öncesi ve sonrasında Anadolu'da 40 bin Alevinin öldürüldüğü söylenir!
Devamında derinleşen ayrılık aynı havayı, suyu ve toprağı paylaşan bu insanlar arasında hep var olur.
20.yüzyıla gelindiğinde bu inancın doğduğu coğrafyada Çorum ve Maraş'ta kimilerine göre karanlık bir elin yönlendirdiği katliamlar yapılır. Sonuncusu ise 1993'de yaşanır.
Yer Sivas, konu Pir Sultan Abdal Şenlikleri, zaman ise Temmuz ayının hemen başıdır.
Her zaman
Banaz Köyünde yapılan şenlikler o yıl Sivas merkeze alınır. Radikal İslam'a
mesafesi pek de olmayan dönemin belediyesi Hicret Koşusu altında bir yarışma düzenler. Başka şehirlerden militan kılıklı yüzlerce genç gelir ve okulların
tatil olduğu bu dönemde yurtlara yerleştirilir. Ateşle barut yavaş yavaş yan yana getirilmektedir!
Düzenlenen etkinliklerin Onur Konuğu ise henüz birkaç yıl
önce İslam dünyasının radikal kesimini ayağa kaldıran Şeytan Ayetleri kitabını
Türkçeye çevirerek yayınlamış ve bu nedenle hassasiyeti aşırı diye nitelenecek
kesimlerin hedefi haline gelmiş olan Aziz Nesin'dir.
2 Temmuz Cuma
günü, etkinlik iki ana noktada toplanır. Biri, şehrin kültür merkezi diğeri ise kent merkezindeki Ulu Caminin hemen yanında bulunan Medrese Bahçesi.
Sanki birileri özellikle
tansiyonun yükselmesine çalışmaktadır. Cuma namazı esnasında hemen yandaki
medrese bahçesinde bir taraftan davullar çalınır. Bazı kamu görevlileri yaklaşmakta olan olayları hissetmiş gibi medresedeki kişileri uyarır. Orada bulunanlar da uyarıyı dikkate alır ve dağılırlar. Aziz Nesin de adı artık o gün yaşanılacak olaylar ile beraber anılacak Madımak Oteline geçer.
Ancak cuma namazından çıkan kişiler birkaç gündür başta yerel basın olmak üzere devam eden tahriklerin etkisindedir. Zaten şehre aslen burada yaşamayan kişiler de hem koşu hem de şenlik için - belki de başka nedenlerle - gelmiştir.
Cami çıkışında kalabalık bir grup birçok sanatçının sahne alacağı Kültür Merkezine ilerler. İçeride yer alan 1500 kişiye karşın dışarıda öfke içerisinde binlerce kişi birikir. Vali büyüyen olayları önlemek adına emniyet müdürü ve tugay komutanı ile görüşür. Her ikisinden de durumun kontrol altında olduğuna yönelik teyit alır. Oysa bölgede polis sayısı yetersiz, asker ise o sıcak bölgede değildir. Ama talihin yardımı ile gelen bazı kişilerin yatıştırıcı konuşmaları sayesinde kalabalık yavaş yavaş dağılır. Belki de planlanan o büyük kıyım bu şekilde önlenmiştir. İşte tam o sırada birileri yeniden devreye girer. Asıl hedeflerinde olan Aziz Nesin'in Madımak Otelinde olduğu bilgisini kalabalığa fısıldarlar.
Önce birkaç yüz kişilik bir grup otele gider. Sonra sayı hızla artar. Kalabalığın gittikçe çılgınlaştığını görenlerin yardım talepleri Ankara'daki Hükümet yetkililerine kadar ulaşır. Ancak başkenttekiler olayın vahametini anlamaktan uzaktır. Göstericiler ise kan ister! Derken nihayet bir askeri birlik kalabalık grubun olduğu alana gelir. Bu sırada yine garip bir şey olur. Komutan, göstericiler arasından birileri ile konuşur ve sonrasında askerlerini de alarak meydandan çekilir. Artık oteldekiler alanda bulunanların cinnet haline teslim edilmiştir!
Nasıl ki ortaçağdaki Engizisyon Mahkemelerinde ölüme mahkum edilenlerin bir direğe bağlanıp kaçması engellenir ve etrafına da odunlar yerleştirilerek yakılır, gözleri dönen bu kalabalık da otelin içine hapsedilmiş insanları binayı ateşe vererek yakarlar.
Her şey
için çok geç olduğunda ikisi otel görevlisi olmak üzere toplam 35 kişi yaşamını
yitirmiştir.
Yüzlerce yıldır birçok coğrafyada ölümle cezalandırılan bu inanca mensup insanların 20. yüzyıldaki son büyük kıyımı da yine doğduğu bu topraklar üzerinde yaşanır.

Bir solukta okudum, kaleminize sağlık...
YanıtlaSilYine çok iyi kaleme almışsınız Bekir Bey 👏👏👏
YanıtlaSilHarika eline sağlık
YanıtlaSilKaleminize sağlık.. merakla okuduğum bir yazı daha.. 👏👏👏
YanıtlaSilKatharlar yazını 1 ve 2 yi yeni okuma imkanım oldu daha önce duymadığım bir bilgi içeriyor 3 üncü bölümü bekliyorum emeğine sağlık
YanıtlaSil